YAZDIM - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Nisan 18, 2024
Köşe YazarlarıSürmanşet

YAZDIM

Bedia BalsesBedia Balses

Yazdım,

Bu ülkenin taşını, toprağını


Ovada sarı bir yorgan gibi serili kuraklığını

Şinyasını, gonnarasını, zeytinini, narını

Yazdım

Gökyüzünde giden uçaktaki gencin yorgun bakışını

Tükenmişliğini,yanılgısını, bulutların üzerinden akan gözyaşını

 

Yazdım

Yazılacak ve söylenmemiş ne varsa şiir olanın peşinde

Acemi, korkak, ürkek

Yazdım denizin  mavisinde mücahit Cemal’i

Yanık zeytinde Rahme’yi

Komşusunu beklerken zamanı durduran Maria’yı

Can dost Gogo’ nun kapıların açılışından sonra

Geldiği ilk yerin Cemal’ın mezarı olduğunu

Yanık sesli küçük Aysel’i

Kaya Çanca’nın Y sokağında çıkmaz aşkın yollarını

 

Yazdım,

Afrodit bakışlı, Havva huylu kadınların ülkesinde

Korkaklığın satırlarını

Cesaretin bakışlarını

Yazdım dağda keklik öterken

Vurulan umudun kanlı yaprağını

Yazdım, yüreğimde bu ülkenin sevgisi

İnsanca ve su katılmamış bir kalemle

Az, uz, eksik, gedik

Ne milliyet sevicilerinin salyalarını

Ne de Sol diye diye sol yanını unutanların sahte duyarlılıklarını

Bulaştırmadım şiirime

Yazdım

Ganimet oyuncaklarla büyüyen çocukların emanet rüyalarını

Bir karış toprak vermeyiz diyenlerin ata toprağını  para karşılığında sattıklarını

En büyük kandırmacanın bayrakla, vatanla, vicdanla yapıldığını

 

Sevdim bu ülkeyi

Aşkla, tukuyla ve bağımlı

Zeytiniyle, harnıbıyla, şinyasıyla

Eşeğiyle, tavuğuyla, ciklasıyla, muflonuyla

Sevdim pilavunayı, molehiyayı, koloakası

Kaybetmedim ne ağız tadımı

Ne ağzımda şiirce varettiğim lafımı

 

Sevdim çok sevdim bu toprakları

Yazdım ve  Sait Faik’i daha çok anladım:

Yazdım “çünkü yazmasam deli olacaktım”

 

ACININ DA RENGİ VAR

 

Adanın gözleri, silik ışıkların gömüldüğü isli tepelerde oluşan karaltıların izini sürmeye yarayan bir pusula gibi uzanmakta. Gölgeler, bir labirentin giriş kapısı gibi salınmakta. Kaybolan ada/m/, kimliğini gövdesinde taşımaya gücü kalmayan bir ağaç gibi döküyor yapraklarını. Vurgun yemiş; Akdeniz’in kanlı beşiğinde sallanmaya devam ediyor hala. Rüzgarın soğuk ıslığından arta kalan son aydınlık duruşunu da kurban ediyor. Havada naftalin kokusu. Bulanıklığın karmaşasında dolanan ruh hali belki daha çok. Bozulmamış zamanları saklama dürtüsüyle duyulan ve naftalini çağrıştıran koku. Acıma kovuğuna sinmiş bir tat, acı. Tatsızlık; aşksızlık; sonbahara gizlenmiş, bir ortada kalmışlık…

“Açılmamış bir şarap şişesiydim
Ki öyle kaldım
Acımı köpürtmedim”

sözleriyle araya giren Edip Cansever’in sesiyle göz göze geldi ada/m. Geçmişin gölgesinde oturmuşluğun bıkkınlığıyla, yaklaştıkça uzaklaşan bir çizgiden bir düş uçurdu havaya. Uçuşan ve uzaklaşan “O” hayalin peşinde, kendinden bağımsız, başına buyruk bir kimlikti kaçırdığı elinden, biliyor ve bakıyordu ardından. Ayakları yerdeyken, ruhu toprak kokusuyla yükseliyordu. Düşmekle uçmak arasındaki çizgide nefesi tıkanıp, yalancı bir kalp krizi ve alaycı bir oksijensizliğin verdiği bozuk ritimle gitti-geldi; gitti-geldi; gitti- …

 

“O” düşün, düşünselliğin öznesi, olmak ve olamamak arasında, kipi, di-si, miş-i, bütün tekil, çoğul şahıslarla ve bütün zamanlarda çekti kendini bütün hallerden ve sürülü hayallerden… Uçmakla kaçmak arasında, kanatsız ve çıplak asıldı acılarına. Yaprakların solgun ve ölgün ürkekliğinden kanat örmeyi denedi. Dehşetle fark etti: rüzgarda eriyişini bir yaprak gibi. Kopmanın bu kadar yumuşak başlı, munis bakışlı, kabullenir olmasından ürperdi…. Derinlerden rüzgarın uğultusuna savurdu şairin(*) sözlerini:
“İşte Rüzgar! Senin gibi ben de deliyim.
Islıklarım senin gibi inlemelidir,
Herkes beni ürpererek dinlemelidir.
Rüzgar! Sana, yalnız sana benzemeliyim”
Bu sözlerden sonra rüzgarlı ellerinde yanık kalemlerin derecelendiremediği acılarıyla, köklerinde gizlenen bakışlarla göz göze geldi. El uzatmış nice yüz tek bir yüze çıkmakta ve SOS vermekteydi… El uzatanlar, dil uzatanlar, düş uzatanlar birbirine karıştı. Düşünmeyi bırakıp üşümeye geçeli kaç ömür geçtiğini düşündü. Anımsamadı. Tersine zamanlara döndü yüzünü. Kımıldayamadı. “O” Akdeniz’de, yanık harnıp kökünde gizli herhangi bir aday/m/dı. Şimdi demode anıları havada boşluğun açmış olduğu mezarlarda yatıyordu. Yine de, kaybettiği heyecanları bakışlarını, boynunu, ruhunu acıtıncaya kadar, her kıpırdandığında onu ait olduğu köklere daha çok bağlıyordu. Bir yanında toprağının yutan ve tutan kahvesi, bir yanında bilinmezliğin verdiği saydamlığın davetkar sesi.

Acıların renkleri vardı… Peki ya sevdaların, peki ya kopmaların? Şimdi ne demeliydi bu kesiklerle dolu yaşamdan kalana… Acı dese de eğil, acı dese de yıkıl, kalk diyecekti kalk ayağa, dayan, yıkılma!

(*) Sabahattin Ali

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar