Yazdım,
Bu ülkenin taşını, toprağını
Ovada sarı bir yorgan gibi serili kuraklığını
Şinyasını, gonnarasını, zeytinini, narını
Yazdım
Gökyüzünde giden uçaktaki gencin yorgun bakışını
Tükenmişliğini,yanılgısını, bulutların üzerinden akan gözyaşını
Yazdım
Yazılacak ve söylenmemiş ne varsa şiir olanın peşinde
Acemi, korkak, ürkek
Yazdım denizin mavisinde mücahit Cemal’i
Yanık zeytinde Rahme’yi
Komşusunu beklerken zamanı durduran Maria’yı
Can dost Gogo’ nun kapıların açılışından sonra
Geldiği ilk yerin Cemal’ın mezarı olduğunu
Yanık sesli küçük Aysel’i
Kaya Çanca’nın Y sokağında çıkmaz aşkın yollarını
Yazdım,
Afrodit bakışlı, Havva huylu kadınların ülkesinde
Korkaklığın satırlarını
Cesaretin bakışlarını
Yazdım dağda keklik öterken
Vurulan umudun kanlı yaprağını
Yazdım, yüreğimde bu ülkenin sevgisi
İnsanca ve su katılmamış bir kalemle
Az, uz, eksik, gedik
Ne milliyet sevicilerinin salyalarını
Ne de Sol diye diye sol yanını unutanların sahte duyarlılıklarını
Bulaştırmadım şiirime
Yazdım
Ganimet oyuncaklarla büyüyen çocukların emanet rüyalarını
Bir karış toprak vermeyiz diyenlerin ata toprağını para karşılığında sattıklarını
En büyük kandırmacanın bayrakla, vatanla, vicdanla yapıldığını
Sevdim bu ülkeyi
Aşkla, tukuyla ve bağımlı
Zeytiniyle, harnıbıyla, şinyasıyla
Eşeğiyle, tavuğuyla, ciklasıyla, muflonuyla
Sevdim pilavunayı, molehiyayı, koloakası
Kaybetmedim ne ağız tadımı
Ne ağzımda şiirce varettiğim lafımı
Sevdim çok sevdim bu toprakları
Yazdım ve Sait Faik’i daha çok anladım:
Yazdım “çünkü yazmasam deli olacaktım”
ACININ DA RENGİ VAR
Adanın gözleri, silik ışıkların gömüldüğü isli tepelerde oluşan karaltıların izini sürmeye yarayan bir pusula gibi uzanmakta. Gölgeler, bir labirentin giriş kapısı gibi salınmakta. Kaybolan ada/m/, kimliğini gövdesinde taşımaya gücü kalmayan bir ağaç gibi döküyor yapraklarını. Vurgun yemiş; Akdeniz’in kanlı beşiğinde sallanmaya devam ediyor hala. Rüzgarın soğuk ıslığından arta kalan son aydınlık duruşunu da kurban ediyor. Havada naftalin kokusu. Bulanıklığın karmaşasında dolanan ruh hali belki daha çok. Bozulmamış zamanları saklama dürtüsüyle duyulan ve naftalini çağrıştıran koku. Acıma kovuğuna sinmiş bir tat, acı. Tatsızlık; aşksızlık; sonbahara gizlenmiş, bir ortada kalmışlık…
“Açılmamış bir şarap şişesiydim
Ki öyle kaldım
Acımı köpürtmedim”
sözleriyle araya giren Edip Cansever’in sesiyle göz göze geldi ada/m. Geçmişin gölgesinde oturmuşluğun bıkkınlığıyla, yaklaştıkça uzaklaşan bir çizgiden bir düş uçurdu havaya. Uçuşan ve uzaklaşan “O” hayalin peşinde, kendinden bağımsız, başına buyruk bir kimlikti kaçırdığı elinden, biliyor ve bakıyordu ardından. Ayakları yerdeyken, ruhu toprak kokusuyla yükseliyordu. Düşmekle uçmak arasındaki çizgide nefesi tıkanıp, yalancı bir kalp krizi ve alaycı bir oksijensizliğin verdiği bozuk ritimle gitti-geldi; gitti-geldi; gitti- …
“O” düşün, düşünselliğin öznesi, olmak ve olamamak arasında, kipi, di-si, miş-i, bütün tekil, çoğul şahıslarla ve bütün zamanlarda çekti kendini bütün hallerden ve sürülü hayallerden… Uçmakla kaçmak arasında, kanatsız ve çıplak asıldı acılarına. Yaprakların solgun ve ölgün ürkekliğinden kanat örmeyi denedi. Dehşetle fark etti: rüzgarda eriyişini bir yaprak gibi. Kopmanın bu kadar yumuşak başlı, munis bakışlı, kabullenir olmasından ürperdi…. Derinlerden rüzgarın uğultusuna savurdu şairin(*) sözlerini:
“İşte Rüzgar! Senin gibi ben de deliyim.
Islıklarım senin gibi inlemelidir,
Herkes beni ürpererek dinlemelidir.
Rüzgar! Sana, yalnız sana benzemeliyim”
Bu sözlerden sonra rüzgarlı ellerinde yanık kalemlerin derecelendiremediği acılarıyla, köklerinde gizlenen bakışlarla göz göze geldi. El uzatmış nice yüz tek bir yüze çıkmakta ve SOS vermekteydi… El uzatanlar, dil uzatanlar, düş uzatanlar birbirine karıştı. Düşünmeyi bırakıp üşümeye geçeli kaç ömür geçtiğini düşündü. Anımsamadı. Tersine zamanlara döndü yüzünü. Kımıldayamadı. “O” Akdeniz’de, yanık harnıp kökünde gizli herhangi bir aday/m/dı. Şimdi demode anıları havada boşluğun açmış olduğu mezarlarda yatıyordu. Yine de, kaybettiği heyecanları bakışlarını, boynunu, ruhunu acıtıncaya kadar, her kıpırdandığında onu ait olduğu köklere daha çok bağlıyordu. Bir yanında toprağının yutan ve tutan kahvesi, bir yanında bilinmezliğin verdiği saydamlığın davetkar sesi.
Acıların renkleri vardı… Peki ya sevdaların, peki ya kopmaların? Şimdi ne demeliydi bu kesiklerle dolu yaşamdan kalana… Acı dese de eğil, acı dese de yıkıl, kalk diyecekti kalk ayağa, dayan, yıkılma!
(*) Sabahattin Ali