Sinema nitelikli üçkâğıtçılıktır - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Mart 29, 2024
Köşe Yazarları

Sinema nitelikli üçkâğıtçılıktır

Bekir AzgınBekir Azgın

“Beyoğlu’ndaki film bürosunda Bilge Olgaç asistanlarla senaryo üstüne konuşuyordu. Ben de ilgiyle dinliyordum. O sırada kapı açıldı, kapının kanadından bir el silah gibi bize doğru nişan aldı. Ardından beyaz takım elbiseli, başında fötr olan ince uzun bir adam içeriye girdi; gülümsüyordu. Bu Yılmaz Güney’di. Onu ilk kez orada, kapının önünde bize, “Eller yukarı”, derken gördüm.” (s. 2)

Sinema yönetmeni Erden Kıral, böyle tasvir eder anılarında Yılmaz Güney’le tanışmasını. Daha sonra arkadaş olacaklar. Birlikte film yapacaklar, dergi çıkaracaklar. İkisi arasındaki nefret-aşk ilişkisi Kıral’ın yönettiği “Yolda” filminde sembolik bir biçimde anlatılır. Bir tokat olayı bu arkadaşlığı berhava edecek.


Kütüphanemde başka bir şey ararken elime Erden Kıral’ın “Aynadan Yansıyan Hatıralar” kitabı geçti. Belli ki yaıllardır orada okunmayı bekliyordu. “Daha fazla beklememeli” diyerek okumaya başladım. Polisiye roman kadar akıcı ve rahat okunan bir kitap.

Kitabın önsözünü yazan Alin Taşçıyan, kitabı güzel tarif etmiş: “Anılarını kısa ve orta uzunlukta planlarla kurguladığı bir film gibi tasarlamış! Meslek hayatını ana hatlarıyla ve filmografisi ekseninde yansıtıyor bu kitaba.” (s. xi) Gerçekten öyle. Bu nedenle bahçede çiçekleri sularken bile rahatlıkla okunabiliyor.

Erden Kıral anılarında yaptığı filmleri ve kazandığı ödülleri anlatıyor. Filmler çekilirken neler yaşandığını bilmek, perde gerisinde neler konuşulduğuna kulak misafiri olmak gibi bir şey. Ödüller beni fazla ilgilendirmiyor. Çok anlamlı olduklarını da sanmıyorum. Ancak araya sıkıştırdığı “Ben Maoist çizgideydim, o [Yılmaz Güney – BA] Enver Hoca’cıydı” veya “Güney dergisinde Yaşar Kemal’le bir söyleşi gerçekleştirdik. Görüşe gittiğimde Yılmaz, ‘Yaşar Kemal’in Ruhi Su’nun ne işi var bu dergide?’ diye eleştirdi. Çünkü onlar Moskova yanlısıydı.” (s. 33) gibi bilgiler bana çekici geldi.

Halikarnas Balıkçısı’nın anlatıldığı  Mavi Sürgün filminde küçük bir rolde oynayan Alman sinema sanatçısı Hanna Schygulla bir söyleşisinde şöyle bir tesbitte bulunur: “[Şöhret] kredi kartına sahip olmak gibi bir şey, paranız olmasa da satın alabiliyorsunuz. (s. 132)

Kıral’ın kendisi de şöhret konusunda şunları dile getirir: “Montparnasse’da  bir gün ayaklarını sürüyerek, elinde filesiyle yürüyen yaşlı bir adam izledim. Bu, Jean-Paul Sartre’dı. Bir tütüncüye girip çıktı ve Raspail’deki, muhtemelen Simone de Beauvoir’in evine doğru yürüdü. Yanından gelip geçenler onu tanımadılar bile. İşte ünlü olmakla, tanınmış olmak arasındaki ayrım… (s. 29)

Varoluşçuluk akımının en önemli temsilcilerinden olan Sartre, kaleme aldığı roman ve tiyatro eseleriyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı. Simone de Beauvoir dönemin önde gelen feminist yazarlarındandı. İkisi arasında özel bir ilişki vardı. Kıral da onu ima ediyor. Gençlik yıllarımızda ikisi de çok ünlüydü.

Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde, Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim, Halikarnas Balıkçısı’nın Mavi Sürgün romanlarını filme aktarmış olmasına rağmen romana kıyasla öykünün bu işe daha uygun olduğunu vurgular: “Ben düzenli olarak yeni yayınlanan öykü kitaplarını okurum. Kanımca öykü, sinema sanatına romandan daha yatkındır. Roman sayı ile, öykü ise nakavtla kazanır.” (s. 174)

Korsika Film Festivali jüri başkanı Marie-José Nat, Hakkari’de Bir Mevsim filmi konusuyla ilgili olarak Ferit Edgü’ye sorar: “Yazarlar kitaplarından yapılan filmleri beğenmezler. Kitaba yönetmenin ihanet ettiğini söylerler. Kıral da size ihanet etti mi?” Ferit de şöyle demiş: “Evet, etti, ama çok güzel ihanet etti”. (s. 68)

Sinema ile televizyon arasındaki farkı da şöyle anlatır Kıral: “Bir filmi izlerken salonun ortamı ve izleyen seyircilerin arasındaki görünmez gerilim hesaba katılmalıdır. Topluca yapılan bir ayin gibi, hem kalabalığa, hem de filme kendinizi vererek katılırsınız. Aklıma düştü, söyleyeyim; ben televizyon seyrederken el ele tutuşan birilerini bugüne dek hiç görmedim.” (s. 57)

Gerçekten de öyle. Televizyonun sinema gibi büyülü bir havası yoktur. Sinema salonunda ellerin kavuşturulması için birçok neden vardır. Bir araştırmaya göre genç erkekler, kız arkadaşlarını korku filmlerine götürmeyi tercih ederler. Kız korkunca kendilerine sarılır. Kızlar ise romantik aşk filmlerini tercih ederler. O gibi durumlarda da erkek kıza sarılma ihtiyacını duyar. Her iki halde her iki taraf da kazançlı çıkar.

“Esasen, film anlam yaratma sanatıdır bana göre. Nesnelerin, dış dünyanın hiçbir anlamı yok! Ona anlam katan aslında bizim bakışımızdır. İmge gerçek dünyadaki üç boyutlu nesnelerin iki boyutlu soyutlanmasıdır. Filmde iki defa yanılsama vardır. Biri, imgede iki boyuta indirgenmiş yanılsama; ikincisiyse, gözün yanılsaması; saniyede yirmi dört kare akan görüntüleri hareket ediyor sanıyoruz. Özünde sinema, nitelikli üçkağıtçılıktır.” (s. 8)

Haftaya devam ederiz.         

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar