Osmanlı ve İngiliz Kıbrıs’ında Delilik - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Nisan 25, 2024
Poli

Osmanlı ve İngiliz Kıbrıs’ında Delilik

Mete Hatay
Mete Hatay

Delilik kavramı uzun yıllardır tartışılagelmektedir. Modern zamanlara kadar deliliğin daha çok açıklanamayan olağanüstü olaylardan dolayı bazı insanların dengesini kaybetmesi olarak görülürdü. “İçine cinler girdi,” “cin çarptı,” “şeytan ele geçirdi,” “çarpıldı” gibi metafizikle açıklanmaya çalışılırdı. Deliler genellikle toplumdan dışlanmazdı. Batı’da 18. Yüzyıla kadar, toplum tarafından deli veya meczup görünen kişiler, şiddete bulaşmadığı sürece kendi hallerinde bırakılırlardı. Onlar için özel hastahaneler veya kurumlar yoktu. Akıl hastalığı diye bir kavram da yoktu. Ünlü felsefeci Foucault, deliliğin Fransız Devrimi’nden sonra önce suça daha sonra da hastalığa indirgendiğini iddia eder.

 


Foucault, kapitalizmin işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalınca ve dolayısıyla isyanlarla yeniden tanışınca bir çıkış yolu aramaya başladığını yazar. İsyanları bastırırken eskiden olduğu gibi her şeyi yakıp yıkma katletme, ekonomik anlamda büyük felaket sebep olma demekti. İşte bu yüzden onun deyimiyle 18. Yüzyılda başlayan ayrıştırma veya “Büyük kapatılma” ilk başlarda kapitalizmin işine gelmişti. Bunun haricindeki diğer bir neden de, önündeki tüm engelleri yok etmeye uğraşan kapitalizm için aylak takımına yer olmamasıydı. Onlar bir an evvel toplumun dışına atılmalıydılar. İşte bu yüzden fahişeler, cüzzamlılar, sabıkalılar ve deliler toplumsal bütüne artık dahil edilmeleri mümkün değildi. Onun için ilk etapta gözleme evleri veya ayrıştırılmış mekanlar icat edilmeye başlandı. Bir süre sonra bu tip gözetim mekanlarının yararsız hatta tehlikeli olduğuna karar verildi. Kapitalizmin zaten ihtiyacı olan şey çalışmaya hazır sağlam insanlardı. Bu nedenle iki cephesi olan hastane sistemine geçildi. Bu insanların özellikle fiziksel rahatsızlığı olanlarının iyileştirilmesi gerekirdi. “Akıl hastası” da böyle bir ortamda icat edildi. Kapitalist toplumun gerekliliklerine bağlı olarak deli artık hasta statüsüne alındı. Çalışma alanına dahil edilmesi için iyileştirilmesi gerekliydi artık. Ve böylece psikiyatri kurumu ortaya çıktı.  Bu kurum artık iktidarın temsilcisi görevini yürütebilirdi. İnsanları hasta ve sağlam olarak ayırabilen bir otorite oluşmaya başladı. Klinikler, tımarhaneler artık bireyleri kontrol altında tutmaya yarayan ve psikiyatrların toplumun bekçisi rolünü uygulayacağı yerlerdi. Bu ayrıca dışardakiler üzerinde de bir baskı yaratacaktı. İçeridekilerin yaşadığı tuhaf tedavi yöntemlerine maruz kalmak istemeyenler artık daha dikkatli olmak zorunda kalacaklardı.

 

Daha Doğu’ya Osmanlı’ya baktığımızda Batı’daki gibi delilerin genellikle toplumun bir parçası olduğunu görüyoruz ama ilginç bir şekilde orada daha kurumsallaşmış şifahaneler de mevcuttu. Bu tip yerler Külliye adı verilen Dini mekanlara yakın bir şekilde konuşlandırılıyorlardı. Tabii ki buradaki tedavinin amacı Kapitalizmin dayattığı sağlam bedenleri sağlamak için değildi. Burada aynen Batı’da olduğu gibi delilik ruhani bir farklılıktı. Deliler hasta değil, Batı’da olduğu gibi “cinlerin” çarptığı veya ele geçirdiği kişilerdi. Psikiyatri denilen şey tabii ki yoktu. Bazı tarihçiler bu tip şifahanelerin Selçuklular zamanından beri var olduğunu iddia ederler. Tabii her delilik de şifa gerektiren bir farklılık değildi. Bazen delilik, cesurluk, bilgelik, ermişlik olarak da görülebilirdi. Her şifahane de delilere bakmıyordu. Zaten Bimarhane, Tımarhane gibi isimler hastane anlamında kullanılırdı. Yalnız 18. Yüzyıldan sonra belli anlam kayması yaşayarak akıl hastalıkları hastanesi anlamına dönüşecekti. Bu tip kurumlar devletin değil de devlet büyükleri veya zengin kesim tarafından hayır işlemek için kurulan vakfiyelerde belirtilen mütevellilerin yönetiminde çalışırdı. Yani devamlı dini kurumlarla dirsek teması içerisindeydiler. Bazı tekkelerin bu tip rahatsızlıklarla şifa verdikleri mekanları vardı. Mekan haricinde bazı sufi şeyhlerinin, tarikatların veya hocaların bu konularda becerileri olduğu iddia edilmektedir. Kendilerine has bazı yöntemlerle hastaları rahatlattıkları veya tamamen iyileştirdikleri söylenmektedir. 17. Yüzyılın ünlü seyyahı Evliya Çelebi bu yöntemlerden bazılarını ve Edirne’deki bir tımarhaneyi şöyle anlatır: “Orada bir darüşşifa vardır ki, dil ile tarif edilmez ve kalem ile yazılmaz…….Böyle dikkat ve özenle yapılmış şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur. Bazı odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne’nin aşk denizi derinliğine düşmüş sevdalı aşıklar çoğalıp, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar…Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden sözler eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz sesleriyle feryada başlarlar.”

 

Bu alıntıdan da görülebileceği gibi Osmanlı’da deli yardım isteyen bir marjinaldir, Foucault’nun dediği gibi toplumun “kötü vicdanı” olarak görülüp, dünyadan aynmlaştırılmış kişiler değildirler. Evliya Çelebi başka bir seyyahat notunda delilerden bahsederken onlara “evliya” demektedir. Delilik üzerine halk folklöründe geniş bir edebiyat vardır. 1815’de uzman olan Mehmed Said dönemin delilik sınıflamalarından bahsederken 56 çeşit deliden bahseder. Tabii tanzimatla birlikte tekkelerin çöküşü birçok delinin ortada kalmasına neden olacaktı. Bir süre sonra daha seküler kurumlar ve Batı’nın icat ettiği psikiyatri kurumu da Osmanlı’yı içten içe fethedecekti. Fakat tam teşşekküllü hastahanelerin zamanla tekkelerin yerini almasına rağmen, halkın hala daha şeyhlere veya bazı din adamlarına giderek şifa bulmaya çalıştığını görürüz.

 

Kıbrıs’ta da eskiden akıl hastalarını iyileştirdiğine inanılan şahıslar mevcuttu. Bu iş için ayrı tımarhanelerin varlığıyla ilgili bir bilgiye ulaşamadım ama hocaların bu işlerle uğraştığını gösteren birçok anlatı ve anı vardır. Rena Katsellis, Girne’de yaşayan Laptalı Kara Kadı olarak bilinen bir din adamının bu konuda çok ünlü olduğunu yazmıştı. Direklere bağlı onlarca akıl hastasının Anadolu’dan Girne’ye getirildiğini ve Kadı’nın huzuruna çıkartıldığını yazar. Kadı’nın gözlerinin onları tedavi etmede çok işe yaradığını iddia eder. 1950’lere kadar Turabi tekkesinin şeyhliğini yapmış Ali Faik Efendi’nin de nefsinin kuvvetli olduğu iddia edilirdi. Değerli araştırmacı Tuncer Bağışkan, Ali faik Efendi’nin birçok Rum ve Türk hastası olduğunu ve özellikle akıl hastalıklarını iyileştirmede çok başarılı olduğunu yazar. Bağışkan duyduğu bir olayı ise şöyle anlatır: “bir seferinde akıl hastası olduğundan sağa sola saldıran ve altı kişinin güçlükle zapt edebildiği bir Rum kızını zincire bağlayarak ona götürmüşler. O da kızı önüne koyduğu sandalyeye oturtup yüzüne okuyup üflemeye başlamış. Yarım saat sonra okuması tamamlanınca kız normale dönmüş. Kız sağlığına kavuştuktan sonra Müslüman olmak için şeyhe çok gidip gelmiş, ona yalvarıp yakarmış. Ancak her seferinde şeyhin ona “sen dininle öleceksin” diyerek onu Müslüman yapmadığı anlatılmaktadır.”

 

1878’de İngilizler adaya geldiğinde beraberlerinde Batı’da artık olağanlaşmış olan psikiyatri disiplinini ve Akıl Hastahanelerini de birlikte getireceklerdi. İlk yıllarada İngilizler Osmanlı’dan buldukları eski Venedik sarayının alt katlarını bir çeşit tımarhane olarak kullanmaya çalışacaklardı. 1890’larin ortalarında ilk Akıl Hastalıkları Hastahanesi bugünkü Sabor restoranının hemen yanında bulunan “taş müzesi” olarak kullanılan binanın da dahil olduğu bir yere inşa edilecekti. 1920 yılında hastahanenin yeri halk arasında Tımarhane tepesi olarak da bilinen Cüzzam çifliğinin yanlarındaki bir yere  taşınacaktı. Bugüne kadar ulaşan kaynaklardan İngilizlerin daha çok sorunlu hastaları kapattıklarını ama diğer hasta olması muhtemel kişileri de devamlı kontrol altında tutmaya çalıştıklarını görürüz. Hastane açılana kadar ise İngilizlerin yukarda da yazdığım gibi ilk olarak eski konağı kullanmaya çalıştıklarını, daha sonra ise Büyük Hanın hapishaneye dönüştürülmesiyle Büyük Han’ın bazı odalarını, “tehlikeli” gördükleri hastalar için kullandıklarını görürüz. 1881 yılında bölge Polis komutanı bulunduğu binanın tam altına bazı akıl hastalarının yerleştirmesini protesto etmişti. Daha sonra Büyük Han’ın hapishaneye dönüştürülmesiyle oraya kapatılan bazı akıl hastalarının gürültü yapmalarından dolayı Girne Hapishanesine gönderilmeleri istenmişti. İngiliz belgelerinden görebildiğimiz kadarıyla tam teşekküllü bir Akıl Hastahenesi kurulana kadar hastalar ya hapishanelerde, ya da polis karakollarında tutuluyorlardı.

 

İngiltere’deki Akıl Hastalıkları hastahanelerine baktığımızda  (Lunatic Asylums) 1808 yılına kadar özel teşebbüsler olarak işletildiğini görürüz. Parasız ve fakir akıl hastaları daha çok hapishanelerde ve işçi kamplarında tutuluyorlardı. Devlet bu işe bu tarihte bulaşmasına rağmen esas 1845 yılında geçirilen yasayla kendini bu konuda sorumlu kabul etmeye başladı ve Hastahanelerini açmaya başladı. Yasa ayrıca “Delilik Komitesi” diye bir organ da kurarak hem özel hem de devlet tarafından işletilmeye çalışılan akıl hastahanelerini tamamen kontrolü altına aldı.

 

İngiliz döneminde Kıbrıs’ta “akıl hastalığı “ teşhisine maruz kalmış vakalrda büyük bir patlama yaşanacaktı. Örneğin 1946 yılına geldiğimizde ise akıl hastahanesinin nüfusunun 600’e ulaştığını görürüz. Bunun 200 kadarını Kıbrıslı Türkler oluşturmaktaydı. Zamanla psikoloji kendi devinimlerini yaşayacaktı.

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar