Dört mevsimde Lefkoşa (Utangaç ve kaçamak gözler salınırdı sokaklara…) - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Salı, Nisan 23, 2024
Poli

Dört mevsimde Lefkoşa (Utangaç ve kaçamak gözler salınırdı sokaklara…)

sonbahar

Kış:  Sonbahar kerpiç evlerin sündürmelerine sığınırken, bazan birdenbire bazan da yavaş yavaş soğurdu havalar.

Henüz tek parçaydı “iki parça can”a bölünmeden hayat.

Kırlangıçlar sonbaharda çoktan göç etmiş, akasyalar yapraklarını çoktan dökmüş, gövdeleri ve dalları çırılçıplak.


O kuşlar, bir zaman geri geldiklerinde hangi can’a konup yuva yapsınlar şaşırıp kalacaklardı fakat henüz zaman o zaman değil vakit çok erken, tek parça candan ibaretti memleket.

Daracık sokaklara kış usulca sokulurken evlerin damlarındaki toprak kiremitler çoktan kaldırılıp yerlerine tekrardan çoktan yerleştirilmiş olurdu.

Yakarış göklereydi:

Yağsın artık yağmur…

Islak sokaklar, ıslak duvarlar, ıslak damlar, ıslak ağaçlar ve tepeden tırnağa her şey titrek dudaklar gibiydi yağmurla sevişmeye hasret.

İrkilirdi toprak…

“Resimdeki Gözyaşları” adlı şarkının yeni çıktığı dönemlerdi, ahşap radyolardan gür bir adam sesi dışarıya taşacakmış gibiydi.

Bu kent kış mevsiminde daha mı güzeldi?

Dağlar, ovalar, tepeler, ağaçlar, çim ve çiçek, börtü ve böcek, evler, bulutlar, yollar, sokaklar daha mı güzeldi?

Bir Latin evinin penceresine sonradan kondurulmuş tahta panjurlar aralanırken, eski kent yorgun omuzlarıyla yeni bir sabaha kalkardı.

Bir kış sabahına… Gözleri dağlarda…

Yurttan Sesler Korosu nihavent bir şarkı ile programa başladığında henüz okul zilleri çalmamış olur, birkaç göz odalı evler yağmura uyanır, sabahın soğuğu avlularda duran teneke saksılardaki sardunyaların yapraklarını büker, birkaç sokak satıcısı yük bisikletleri ile okul önlerindeki yerlerini alırdı.

İşçi otobüslerinin motorları kızgın…

O şehir o saatlerde, o çocukları beklemekteydi.

Lefkoşa’ya dair her sabah tekrarlanan bir seremoni gibiydi bu.

Islak okul yolları öğrencilerle dolardı birdenbire.

Girne Kapısındaki mezarlık alan çoktan kaldırılmış, Lefkoşa Türk Lisesi ile Lefkoşa Kız Lisesi’nin binaları çoktan yapılmıştı.

Victoria Kız Lisesi yoktu artık.

Beyaz yakaları siyah önlükleri ile kız öğrenciler, gri pantolonları lacivert ceketleri ile erkek öğrenciler kirpikleri, saçları ve elleri ıslak okul yollarını tutarlardı, utangaç ve kaçamak gözler salınırdı sokaklara; felsefe kitapları tahta dipçiği nemlenmiş bir tüfek misali ıslaktı yağmura tutulduğunda.

Göz göze, dudak dudağa, yanak yanağa duran evler sırasında ayaklarından ve ellerinden prangalara vurulmuş bir meçhule sürüklenen köle kortejlerini andırırdı.

Ayakları yorgun…

Evlerin tavanları genellikle yüksek avluları genişti; kış aylarında soğuklar o avlulara çöreklenirdi.

Kadınlar taş teknelerde çamaşırlarını yumruklarken betona alın terlerini döken yapı işçilerinden farksızdılar.

Kararmış parçalı bulutlardan ara sıra çıkan güneş, sokakta oynayan çocukların soğuk saçlarını okşayan şefkatli ve yumuşacık bir anne eline benzerdi.

O eller güneşten daha sıcaktı…

İlerleyen kış mevsiminde soğukların adamakıllı geldiği de olurdu.

Kentin görüntüsü birdenbire değişirdi.

Her sokağı bir ressamın son fırça darbeleri ile tamamlanmış gibi, bazan da bir şairin mısraları gibi okunurdu.

Güvercinler özgürlükleri elinden alınmış gibi güvercinliklere sığınır, serçeler başlarını sığındıkları yerden uzatıp etrafa şaşkın gözlerle bakarlardı.

Böyle havalarda pardösüler içinde tek tük insanlar yürürdü sokaklarda acele adımlarla.

Halbuki acele halledilecek hiçbir iş yoktu!

St. Katerina Kilisesi (Haydarpaşa Camii) buz kesmiş gibi olur, gövdesine sonradan yerleştirilmiş minare sabah ayazlarında kristal bir cam gibi çatlayacakmış gibi dururdu.

sonbahar1

Zaten uyduruktu!

İnsanların yüzünü iki tarafı keskin bir kılıç gibi yalardı soğuklar.

Döşeklerinde çifte battaniyelerle ısınan çocuklar…

Rızkını çıkarmak için sabahın erken saatlerinde çörek ve börek satan elleri donmuş seyyar satıcılar…

Birbirlerine sığınarak ayakta durabilen ve ancak yol ayrımlarında ayrılan sıra evler…

Soğuk rüzgarların köşe başlarında kesiştiği sokaklar…

Tir tir titrerlerdi soğuktan…

Zemheri derlerdi böylesine soğukların geldiği aylara ki gün ışığının en kısaldığı günlerden sonra başlardı.

Çok uzaklardan mektup bekleyen sevdalıların suretleri çıkardı buğulanmış pencere camlarına.

Gözlerinde hicran ve vuslat tepişmekte…

Bu mevsimde hayaller daha çok kurulur, mektuplar daha çok yazılırdı geçmek bilmezdi vakitler, mektup bekleyenlerin hasreti bir dağ gibi devrilirdi yüreklerine.

Her yer buğulanmış olurdu hatta tekmil memleket.

Kahvehane, pastane ve okul pencerelerinin camları, bir de aşka susamış gözler ki onlar her zaman buğuluydu zemheriye ne gerek…

sonbahar2

Bazan sağanak yağmurların bir hafta süreyle yağdığı da olurdu.

Böyle günlerde sokaklar yağmura ve onun sesine teslim olur, surlar tekmil çamur içinde, yorgun sarı taşları bu kışı da geçirmekte kararlı, nizamiye nöbetlerinde mücahit-öğrenciler bıkkın, efkalipto, servi ve çam ağaçları susuzluklarını giderme gayretinde.

Yel değirmenleri çığlık çığlığa dönerdi o yağmurda sanki kan ter içinde.

Görkemli çam ağaçları kış nöbetindeydiler.

sonbahar3

Kanlı Dere taşmak üzere olur, Kumsal semtini ha bastı ha basacak, Köşklüçiftlik’e ha daldı ha dalacak.

Eskiler, eskiden meydana gelen sel baskınlarını bir masal gibi anlatırlardı böyle havalarda çocuklara.

Lüzinyan döneminde olduğu söylenen bir sel baskınında binlerce kişi ölmüş. İngilizlerin adaya yeni geldiği dönemlerde de seller olmuş ve yüzlerce kişi ölmüş Lefkoşa sokaklarında. Kanlı Dere fena halde taşmış yer gök inlemiş; sanki bütün kötü Tanrılar bu talihsiz adadan öç alıyorlarmış.

Aynı dönemde Leymosun’da meydana gelen sel baskının yolu bir ağıta, bir türküye evrilip günümüze kadar uzanmış:

Tarih 12 Kasım 1894. Leymosun ve çevresinde gökyüzü geceden bulutlarla yüklenir. Sabah sekiz sularında büyük gök gürültüleri ile yağmurlar gelir. Birçok dere taşar. Garilli ve Vathia dereleri denizle birleşir. Köprülü Camii ile Ayandon kilisesi sulara kapılır.
O sıralarda bir genç çift evlenmek üzereydi. Onlar için hanaylı bir ev yaptırılmış ancak döşenmemişti. Gençler sel felaketinden kurtulsunlar diye yeni yapılmış o hanaylı eve sığınırlar. Ancak ölüm onları orada yakalar. Hanayla birlikte sel sularına kapılan” iki parça can“ henüz evlenmeden heba olur.
Hanaylar Yaptırdım Döşedemedim adlı Kıbrıs Türküsü bu gençlerin acıklı hikayelerine dair yakılır:
Hanaylar yaptırdım döşemedim
Çifde kumruları eş edemedim
Zalim felek ile baş edemedim
Gonma bülbül gonma çeşme başına
Şu gençlikte neler gelir başıma
(*)

Lefkoşalılar ölenlerine niye ağıt yakmamıştı bilinmez?

Soğuk havalar yağmur yağınca diner, o kara kış mevsiminde yerini birdenbire ılık bir bahar havasına bırakır, kara bulutlar parçalanır, tepeden tırnağa ıslanan kentin yüzyüze dizili duran evleri güneşin tepsermesine serilen çamaşırları andırdığı olurdu.

Kışta bahar günleri sıkça yaşanırdı.

Belki de bu yüzden Kıbrıs bir ada mıdır / Cennetten parça mıdır? diye yazılmıştır.

Kış güneşi insanların sokakları, çarşı ve pazarları doldurmasına yeterdi.

Güneşle birlikte çıkarlardı sokağa; güneşin çocukları olurlardı birdenbire.

Bisikletle yola çıkması gerekenler ıslanmış araçlarını kurutur, sellaları hâlâ ıslaksa üstüne bir gazete veya bez parçası konur, bu şekilde yola koyulurlardı.

Ayaz vakitlerinde neredeyse donmak üzere olan arabaların motorları manivelalarla güçlükle çalıştırılır; ara sokaklarda bir arabanın üç beş kişi tarafından itilerek çalıştırılmaya çalışıldığı da görülürdü.

Güneşin utangaç bir kız gibi sokaklara salınması ile seyyar satıcılar tekrardan Bandabuliya’nın önündeki yerlerini alır, gür sesli satıcıların bağrışmaları diğer sokaklardan işitilirdi…

Hava yağmurlarla ılınırdı demişsek, pek o kadar da değil, insanlar paltolarının, kalın kazaklarının içerisindeydiler; soğuk, güneşe rağmen kendisini sulanmış gözlerde belli ederdi.

Ağlamak değildi bu, güneşe bulaşmış kış sevinci…

Kış geceleri uzun geçerdi.

Sokak başlarında yanan lambalar ancak bulundukları yeri aydınlatır, yağmurlu gecelerde yağmur zerrecikleri loş ışıkların içinde dans eden böcekleri andırırdı.

Bir hiçlik içine sığınırdı sanki sokaklar.

Bazı köşe başlarında oyulmuş gibi duran duvarlardaki karanlık deliklerde kandiller yanar; pencerelerden dışarıya sızan belli belirsiz ışık parçaları yağmur damlalarında kristalleşir ama yine o damlacıkların içinde silinip giderdi.

Yağmurun sesi çocukların sesine benzerdi; bazan çok bildik melodiler gibiydi ve bazan da sokak kavgalarına karışan itin kopuğun savurduğu küfürlü sözlere dönüşmüş gibi işitilirdi.

Böyle uzun gecelerde polis düdüğünden çok salepçinin sesi güven altına alırdı sokakları.

O soğuğa durmuş ahşap panjurlar, ahşap kapılar, kerpiç duvarlar salepçinin gelişi ile ısınacak;  geceler onun sesi ile kısalacaktı.

Salepçinin geçtiği sokaklar, o ilerledikçe ardından küçülür, karanlıkta kaybolurdu…

(*) 1894 sel felaketi ile ilgili bilgiler Mahmut İslamoğlu-Şevket Öznur’un “Kıbrıs Kültürüne Işık Tutan Ağıtlar” adlı eserinden derlenmiştir.

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
1
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar