Çağdaş yaşam, çağdaş mimarlık… - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Köşe Yazarları

Çağdaş yaşam, çağdaş mimarlık…

Lefkoşa’nın alışveriş, eğlence merkezli caddesi Dereboyu’nun arkasından geçen Kanlı Dere’nin iki yanında çevre düzenlemesi yapıldığını düşünelim; dere terbiye edilerek suyun akış devamı sağlanmış… Habitata zarar vermeyecek şekilde yapılan ekolojik standardı en üst seviyede mimari ve çevresel bir düzenleme…

Tam bir kentsel soluk alanı!


Daha önce bahse konu bölgeyle ilgili kimi akademik çevrelerce bu noktaya ilişkin birçok çalışma yapıldığını yakinen biliyorum.

Kanlı Dere de Kıbrıs’ın ortak yaşamının en önemli doğal sembollerinden… Güney’den başlıyor Kuzey’e uzuyor… Ortak doğal yaşamın bir sembolü… Tıpkı Lefkoşa Surları gibi…

Kıbrıs’ı bölen mental kuşatılmışlığa rağmen Kıbrıslıların yaşamını ortak kılan gerçeklikler her daim hiç beklenmedik anlarda kendini gösteriyor… Aynı yağmurda ıslanıyoruz, aynı kuraklıktan mustarip oluyoruz, aynı kültürel dolayısıyla mimari tarihin içinde yoğrulduk…

Özetle; bu küçük coğrafyanın bölünmek için çok küçük olduğunu düşünüyorum.

Ülkedeki etnik ve kültürel farklılığı zenginlik olarak algıla(ya)mayan, bölünmüşlük sevdalısı sığ algıların saldırılarına rağmen ortak yaşamın ve kültürel çoğulculuğun potansiyelini çoktan idrak etmiş sokaklarda bir birliktelik de var… Tam bir karşıt kültür örneği… Tam bir çağdaş yaşam çok kültürlük gerekliliği

Çağdaş yaşam biçimi, hoşgörü gerektirir. İş birliğine dayalıdır; beyazı, siyahı, Rumu, Türkü, İngilizi, Ermenisi ile çok kültürlü/dilli/dinli bir harmoniyle kendini var eder ve gelecek nesillere aktarır. Her etnik grup kendini bir başkasının varlığına tehdit oluşturmadan yaratır, kültürel kesişme alanları bir ebru sanatından farksızdır, renkler arasında sınır yoktur, temas vardır…

Çok kültürlü bir geçmişin mirasçıları değil miyiz zaten?

Eski Mısır, Pers, Roma, Eski Yunan, Lüzinyan, Venedik ve Osmanlı…

Geçmişin sunduğu bu kültür zenginliğini ve çeşitliliğini heba edip bu kadar basite indirgediğimiz bir avuç toprak ya da zihinsel bir ayrıştırmayı hak etmiyor bu küçük ada !

Yukarıda sıraladığım kadar zenginliği/çeşitliliği bir arada barındıran kaç nokta vardır dünyada?

Bu zenginlik gerek yapılı çevre gerek doğal çevre olarak yüzyıllardır nesilden nesle aktarılmıştır.

Geçmişimizden gelenleri geleceğe aktarmak bunları aktarırken turizm ve ülke kültür yaşamına katkı sağlamak mümkündür.

Birçoğumuz başka memleketlere gitmişizdir… O ülkelerde, en ufak bir tarihi yapının yeniden fonksiyon verilip kullanılma açılması bizi oraya sürükleyen nedenlerden değil midir?

Geçtiğimiz günlerde Lapta’da tarihi 1800’lü yıllara dayanan tarihi şapelin ahır dönüştürüldüğünü birçoğumuz sosyal medyada fark etmişizdir.

Vakıflar tarafından ahır olarak kiralanacağına o tarihi yapı Kıbrıs’a özgü mimarinin motifleri ile bezenmiş, doğayla uyumlu, ülkenin tanıtımına katkı yapabilecek ve ülke insanı için de bir cazibe merkezi olacak bir başka amaç için pek tabii kullanılabilirdi… Bunun için vizyon, azim, öngörü ve geniş bir ufuk lazım. Bizi köhneliğe mahkum eden dar ufuklu, anlık motivasyonlarla şekillenen, toplumsal fayda yerine bireysel veya zümresel faydayı merkeze koymuş bir anlayıştan kopmamız gerekiyor…

Yazımın başında değindiğim Lefkoşa’ya dönmek istiyorum…

Surlariçinde hayran olduğum bir sürü yapı var. Son zamanlarda yaşanan dönüşüm de herkesin malumu. Peki, bu yapıların sadece eğlence mekanı olarak kullanımı yerine aktivite mekanlarına dönüşmesi mümkün değil midir? Surlariçini düşündüğümde çocukluğum geliyor aklıma. Babamla beraber Girne Kapısı’ndan Dikili Taşa doğru yürürdük. Mevlevi Tekkesi’nin yanından geçerken hep heyecanlandığımı hatırlıyorum. Halkın Sesi’nin oraya vardığımızda keskin bir leblebi kokusu…

Tabanlarım yana yana yürüyorum o yolda. Arasta’dan geçerken kumaşçılar düğmeciler, helvacının kokusu geliyor uzaktan heyecanlanıyorum… Orada bir durak yapıyoruz; sıcak pide ve sıcak helva alıyor babam bana… Az ileride heybetiyle Selimiye, köşeyi döner dönmez marangozlar ahşap kokusu işliyor içime. Bandabulya’ya girer girmez solda pastellici, sebze kokuları birbirine karışmış…

Bu anlattıklarım, kişisel bir tarihten öte ciddi bir toplumsal belleğin tezahürüdür de… Bizi, biz yapandır, özgünlüğümüzdür…

Herkesin burnunda eminim Bandabuliya’nın o eski kokusu duruyordur… Boşuna dememişler koku akıldan en son kaybolandır diye…

Kimi şehirlerde koku turları var mesela. Şehir ve kimliğini tanıtımda duyulara hitap edildiği zaman mekan daha kalıcı oluyor akıllarda. Mekânı yaşatan bir anı bir koku bir doku değil mi kalan zihinlerde ?..

Tıpkı şehirler gibi mazisi olan “eski” yapılarda bir yaşanmışlık olduğundan o yapıda bir şey hissetmek çok da zor değil; anılar sizin olmasa bile koku doku götürüyor sizi bir yerlere… Peki ya yeni yapılan yapılarda? Neden sevemiyoruz bir türlü yeni yapıları hiç düşündünüz mü? Değişken imar planın bize verdiği kar kaygısı ile ortaya çıkan yapılar olmalarından kaynaklı bu his. Yaşanılacak mekanlar yaratamıyoruz satılmak üzere hazırlanıyor projeler…

Her arazinin, her projenin kendi ruhu olmalı. Baktığı yönü, arazisi, yaşayacak olan kişilerin kimliğini yansıtmalı. Yap-sat binalarda da bu olabilir yeter ki doğru mimar/iç mimarın dokunuşlarından mahrum edilmesin.

Tıpkı şehirler gibi “soğuk” evler de bir anda yuvaya dönüşebilsin.

Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar