“Burası Özgür Avrupa Radyosu” - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Çarşamba, Nisan 24, 2024
Köşe Yazarları

“Burası Özgür Avrupa Radyosu”

Latif Aran

23 Ekim 1956.

Güneşli ama soğuk bir sonbahar günü Budapeşte caddelerinde pardösülü ve şapkalı insanların oluşturduğu muazzam bir kalabalık vardı. Jozsef Bem heykelinin etrafında yoğunlaşan bu kalabalık bir konuşmacıyı bekliyordu. Konuşmacının adı, Peter Veres’di. Yaşlarından ve kılık kıyafetlerinden üniversite öğrencileri olduğu anlaşılan gençler, bekledikleri konuşmacı geciktikçe sabırsızlanıyor ve bir korku rejiminde cesaretlerini yitirmemek amacıyla topluca yapabilecekleri tek şeyi yapıyorlardı; şarkı söylüyorlardı. Söyledikleri şarkı, eski bir milli şarkıydı. “Burada yemin ediyoruz/yemin ediyoruz/artık köle olmayacağız”.


Peki, kimdi bu Jozsef Bem ve Peter Veres?

Jozsef Bem, aslında Türklerin oldukça yakından tanıdığı bir kişiydi. O bir Osmanlı Paşasıydı. Murat Paşa olarak da anılan Jozef Zachariasz Bem, Galiçyalı ve Leh kökenli bir askerdi. 1850 yılında Osmanlı’ya sığınmış ve İslamı kabul etmişti. Halep’te Osmanlıya karşı isyan eden Araplara karşı büyük bir cesaretle savaşmıştı. Ancak heykeli etrafında toplanan kalabalık, Bem’in bir Osmanlı askeri olarak gösterdiği kahramanlığa saygıdan dolayı toplanmamıştı.

Bem, aynı zamanda, Macaristan ve Polonya’da ilk milliyetçilik ateşini yakanlardan ve 1830 yılında Çarlık Rusya’sına karşı ilk isyan bayrağını açanlardan biriydi. Macaristan ve Polonya halklarının ulusal kahramanıydı.

Tarihin bir cilvesi olarak, Bem’in heykeli etrafında toplanan kalabalık, tıpkı Bem gibi, Ruslara karşı yeni bir başkaldırıyı başlatmak için oradaydı.

Macar halkını bir yüzyıl içinde ikinci kez Ruslara karşı başkaldırmaya iten nedenler neydi? Bu soruyu gelin biraz daha gerilerden gelerek yanıtlamaya çalışalım.

  1. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte bölgede bir nüfuz alanı oluşturmaya çalışan Sovyetler Birliği’nin hedefi Macaristan’da komünist partinin iktidara getirilmesiydi. Ancak Macaristan’da bir kaç bin kişiden oluşan komünist partinin serbest seçimleri kazanması neredeyse imkânsızdı. 1945 yılında Sovyetler’in de desteğiyle Macaristan Komünist Partisi oldukça etkili bir propaganda dönemi geçirmiş, ancak bütün oyların %17’sini almayı başarabilmişti. Oluşturulan yeni hükümet komünistlere de bazı bakanlıklar vermişti. Bunlardan biri de Tarım Bakanlığına atanan Imre Nagy’ydi. Savaş öncesi toplam nüfusun %1’inin sahip olduğu ülkenin yarıya yakın tarım alanlarını topraksız çiftçilere dağıtmak amacıyla başlattığı tarım reformu halk arasında oldukça rağbet görmüş ve Imre Nagy’ye karşı müthiş bir sempati uyandırmıştı.

Imre Nagy’nin toprak reformu, Moskova’daki “Demir Adam”ı, Stalin’i, oldukça kızdırmıştı. Nagy’nin bu uygulaması Stalin tarafından 1930’lu yıllarda acımasız bir şekilde Sovyetler Birliği’nde uygulamaya konulan “tarım alanlarının kollektivizasyonu” politikasına tamamıyla tersti. Nagy’nin başarıyla uyguladığı fakir çiftçiyi topraklandırma politikası, ileride Stalin’in başını ağrıtabilirdi. “Kollektivizasyon” politikasına alternatif yaratabilir ve zaten var olan muhalefeti artırabilirdi.

Stalin’in Macaristan’daki gözdesi ise başka bir kişiydi: Mátyás Rákosi. Rákosi, uzun yıllar Rusya’da yaşamış ve Sovyet yanlısı politikaları içtenlikle benimsemiş bir komünistti. Rákosi, kendisini “Stalin’in en sadık müridi” olarak tanımlıyordu. 1945 yılında Macaristan Komünist Partisi’nin Genel Sekreterliğine atanan Rákosi, 1946 yılından itibaren bütün rakiplerini “kendi yöntemleriyle” teker teker saf dışı bırakmaya başlamıştı. Yöntemleri; cinayet, “faşistlik” suçlaması, sahte yargılamalar, sürgünler, işkenceler ve hapislikler idi. Rákosi, rakiplerini adeta salam doğrar gibi parça parça kesip atarak tüm salamı çaktırmadan ve yavaş yavaş yok etme amacını güden bu yöntemlere bir de isim bulmuştu : Salam politikası.

Evet, bugün kullandığımız “salam politikası” deyimini icad eden, işte bu Mátyás Rákosi’dir.

1947 yılında Rákosi’nin demir yumruğunun gölgesinde gerçekleşen “serbest seçimler(!)” komünistlerin zaferiyle sonuçlanmıştı. Artık Macaristan’da Komünist Parti’nin yönetiminde yeni bir dönem başlamıştı. Bu dönemde Rákosi’nin yaptığı ilk icraatlardan biri, komünistlerin yöntemlerini eleştiren Kardinal Jozsef Mindszenty’nin tutuklanması ve göstermelik bir yargılama sonucunda ömür boyu hapis cezasına çarptırılmasıydı. Rákosi’nin iktidar hırsının kurbanları arasında Macar Komünist Partisi’ndeki en yakın çalışma arkadaşları da vardı. Bunlardan biri de László Rajk’tı. Dışişleri Bakanlığı da yapan Rajk, “batılı emperyalistlerin ajanı” olmakla suçlanmış ve yine göstermelik bir yargılama sonucunda idama mahkûm edilmişti.

1949 yılında yapılan seçimlerde ise artık ortada komünistlerle yarışan başka rakip parti yoktu. Tek parti sistemi yeni anayasa ile kabul ediliyor ve “Macaristan Halk Cumhuriyeti” kuruluyordu. Stalinizm artık Macaristan’ın egemen ideolojisiydi. Düşünce özgürlüğü kısıtlanmış, bütün radyo ve televizyon yayınları tektipleştirilmiş, seyahat özgürlüğü kısıtlanmış ve ham maddesi bile bulunmayan ülkede ağır sanayi hamlesi başlatılmıştı. Halk giderek fakirleşmişti. Stalinist propaganda makinesinin yalanları dahi “toz pembe” bir tablo çizmeyi başaramamıştı. Ülkedeki yün üretiminin “bulutlardan bile fazla” olduğunu iddia eden resmi yalanlara karşılık, bir işçinin kışlık bir yün ceketi ancak iki-üç aylık maaşıyla alabileceği gerçeği Macarların yüzüne soğuk kış aylarında bir tokat gibi çarpıyordu.

Oysa, Komünist Parti’nin “resmi yalanlarını” okumaktan ibaret radyo, televizyon ve diğer basın organlarına rağmen, Macarlar, Macaristan’ın sınırlarının hemen dışında çok daha farklı ve renkli bir dünyanın olduğunu biliyorlardı.

Nasıl mı? Gelin nasıl olduğuna bir bakalım.

Soğuk Savaş’ın başlamasının hemen ardından “Demir Perde” olarak tanımlanan Sovyetler Birliği etkisindeki Doğu Avrupa halklarına “Özgür Batı”dan haberler verecek bir yayın organının kurulması görüşü ağırlık kazanmıştı. Amerika’da oluşturulan Özgür bir Avrupa için Ulusal Komite, Merkezi Haberalma Ajansı (CIA) tarafından da desteklenen fonlarla 1949 yılında propaganda amaçlı bir radyo oluşturmuştu. Merkezi Münih’te bulunan radyonun adı Özgür Avrupa Radyosu’ydu (Radio Free Europe).

Özgür Avrupa Radyosu’nun temel sloganı şuydu:  “Demirperde ses geçirmez değildir

Özgür Avrupa Radyosu, Demirperde ülkelerinin bütün girişimlerine ve teknolojik engellemelerine rağmen radyolar aracılığıyla neredeyse bütün evlere girmeyi başarmıştı.

Amerikan propagandasının etkisi altındaki Özgür Avrupa Radyosu, bütün Doğu Avrupalılar gibi, Macarlara da dışarıda çok farklı bir dünya olduğunu söylüyordu. Macarlara, teknolojinin ulaştığı düzeyden, yaşam tarzındaki değişikliklerden, özgürlükten, demokrasiden, çoğulculuktan, kısacası “Batılı yaşam tarzı”ndan bahseden radyo, onları bu “renkli dünya”nın bir parçası olmaya çağırıyordu.

Macarlar, Özgür Avrupa Radyosu aracılığıyla “yalnız” olmadıklarına inandırılmışlardı. Radyoya göre Batı, her zaman bu “ezilmiş halklar” ile yan yana ve dayanışma içerisinde olacaktı. Günü geldiğinde onlarla birlikte hareket edecek, onlara destek olacak ve komünist efendilerini ülkelerinden birlikte kovacaklardı.

Özgür Avrupa Radyosu’nun propagandaları sayesinde, Batılı güçler ile el ele Sovyet rejimini devirebileceğine inanan Macarlar için başkaldırı anının geldiğine inandıkları yıl, 1956 yılıydı.

Neden 1956 yılı?

1953 yılında Stalin her canlı gibi ölümü tatmıştı. Stalin’in yerini alan Kruşçev, 1956 yılının şubat ayındaki Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Kongresinde açıkça Stalin döneminin sona erdiğini ve artık daha özgürlükçü bir dönemin başladığını müjdelemişti. “Kişinin putlaştırılması” olarak adlandırdığı Stalin dönemini oldukça radikal bir şekilde eleştiren Kruşçev, Stalin döneminde yapılan yanlışlıkların düzeltileceği ve Stalin’in izlerinin silineceği sözünü de vermişti. Yeni dönem, “destalinizasyon dönemi”ydi.

İşte Macar öğrenci ve işçileri Bem meydanında toplayan havayı yaratan etkenler, Özgür Avrupa Radyosu’nun yayınları ve Kruşçev’in tarihi konuşmasıydı.

Şimdi gelelim giriş paragrafında adından söz ettiğimiz Peter Veres’in kim olduğuna.

Peter Veres, dönemin Yazarlar Birliği Başkanıydı. Elinde beyaz sayfalarla kalabalığı yararak Bem heykelinin bulunduğu alana giren Veres, oldukça heyecanlı bir konuşma yaparak kalabalığın duygularına tercüman olmuştu. İstedikleri şuydu: Bütün yabancı güçlerden arındırılmış bağımsız bir Macaristan ve demokratik sosyalizm ilkeleri üzerine kurulmuş yeni bir yönetim. Konuşma bittikten sonra yürüyüşe geçen kalabalık sokaklar arasında kaybolmuştu.

Akşamın erken saatlerinde kalabalık bu kez dönemin simgesi olarak niteledikleri dev Stalin heykeli önünde toplanmış ve heykeli alaşağı etmişlerdi. Heykel kaidesinin üzerinde yalnızca Stalin’in çizmeleri kalmıştı.

Aynı saatlerde bu kez daha büyük bir kalabalık Budapeşte Radyosu’nun etrafını sarmıştı. Radyo, nereyse kalabalığın sayısı kadar silahlı Devlet Güvenlik Polisi (AVH) tarafından korunuyordu. Kalabalık giderek radyonun kapısına yaklaşınca beklenmeyen bir olay olmuştu. Radyonun yüksekçe pencereleri birden açılmış ve AVH polisleri hedef gözeterek halka ateş etmişlerdi. Artık gösterilerin masumiyeti bozulmuştu.

Dönemin Sovyet Savunma Bakanı Georgy Zhukov’un talimatıyla Sovyet tankları Budapeşte caddelerine girmişti. Bir devrim gerçekleştirebileceğine inanan Macarlar, çoğunlukla silah depolarından ele geçirdikleri hafif silahlarla Budapeşte’yi savunmaya koyulmuşlardı. İşin ilginç yanı, çoğu Macar askeri, cephaneliklerden topladıkları silah ve mühimmatı gönüllü olarak devrimcilere vermişti. Sokaklara barikatlar çekiliyor, silahlı direniş başlatılıyordu. Günün aydınlanması ile birlikte bazı Sovyet tanklarının devrimciler tarafından ele geçirildiği rapor ediliyordu.

Olayları yatıştırmak bağlamında, Imre Nagy 24 Ekimde Başbakan olarak atanmıştı. Nagy, radyoda yaptığı konuşmada, şiddetin sona erdirilmesi çağrısı yaparak, siyasal reformlar gerçekleştirileceğini halka duyurmuştu. Durum yatışır gibi olmuştu.

25 Ekim’de Parlamento binası önünde yine büyük oranda bir protestocu grup oluşmuştu. Etrafta Sovyet askerleri ve tankları da vardı. Ancak askerler toplanan halka müdahale etmiyor ve protestolara sempatiyle baktıklarını gösteren davranışlarda bulunuyorlardı. Ancak bu durum fazla uzun sürmedi. AVH’ye ait polisler komşu binaların tepesinden halka ateş etmeye başladılar. Bunu Sovyet askerlerinin karşılık vermesi ve gruba katılan silahlı eylemcilerin karşı ateşi izledi. Meydan tam bir can pazarına dönüşmüştü. Çok sayıda ölen ve yaralanan olmuştu.

Sokak aralarında devrimciler ile Sovyet askerleri arasındaki çatışmalar 28 Ekim akşamına kadar sürmüştü.

Çatışmalar sırasında Özgür Avrupa Radyosu, Macar dilinde programlar yapmış, halkı Sovyet rejimine karşı savaşmaya çağırmıştı. Hatta daha da ileri giderek direnişin nasıl yapılacağına dair askeri taktikler de vermişti. Macar halkı, NATO ve Birleşmiş Milletler’in yardımlarına geleceğine inandırılmıştı.

28 Ekim’de taraflar arasında bir ateşkes sağlanmış ve Sovyet askerleri Budapeşte’deki garnizonlardan çekilmeye başlamıştı. Imre Nagy başbakanlığında oluşturulan yeni hükümet, oldukça yenilikçi bir programı radyodan halka açıklamıştı. Buna göre başlatılan hareket bir karşı-devrim olarak adlandırılmayacak, devrime katılanların tümüne af getirilecek, AVH dağıtılacak, Sovyet askerleri Macaristan’dan çekilecek ve çok partili demokrasiye yeniden geçilecekti.

Macar halkı artık yine sokaklardaydı. Bu kez direnişin başarısını kutluyorlardı. Sokaklarda özgürlük havası solunuyordu.

Aradan birkaç gün geçmişti. 4 Kasım gecesi saat 03:00’te, Budapeşte sokakları sessizdi. Macarlar derin bir uykudaydı. Gecenin karanlığında sokaklardan palet sesleri gelmeye başlamıştı. Seslerden dolayı uyananlar neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.

Durum şuydu: Ruslar gittiklerinden çok daha büyük bir askeri güçle geri dönmüştü. Giden 5 askeri birliğin yerini 17 askeri birlik almıştı. Macar halkı direnmeye karar vermişti. Artık her sokak ve her ev bir direniş yeriydi.  Kadınlar, erkekler ve hatta çocuklar. Hepsi birer direnişçiydi. Macarlar, ellerinde az sayıdaki piyade tüfekleriyle Budapeşte’nin her evini, her sokağını tanklara karşı efsanevi bir cesaretle savundular. Budapeşte sokaklarını Molotof kokteylleriyle Sovyet tanklarına dar ettiler.

Bir yandan direnirken, diğer yandan kulakları Özgür Avrupa Radyosu’ndaydı. Radyonun yıllarca söz ettiği yardımın geleceğine inanıyorlardı.

Direniş çetindi, ancak bu kadar büyük bir askeri güçle başa çıkmak mümkün değildi. Tanklar, direnişin geldiği her binayı yerle bir ediyorlardı. Birden bir radyo sesi duyuldu: “Burası Macaristan…Burası Macaristan…Elde kalan son radyo istasyonu… Bu sabah Sovyet askerleri Macaristan halkına karşı genel bir saldırı başlatmıştır…Bize çok acil olarak paraşüt birlikleri göndermenizi rica ediyoruz…Yaşasın Macaristan’ın özgürlüğü”

Batıda kulaklar sağırdı. Ne gelen oldu ne giden. Direnişçiler son kurşunlarını da tüketmişti. Derken, bir radyo anonsu daha işitildi: “Bu yayın Özgür Macar Radyosu’nun dünyaya son yayınıdır. Sovyet ordusu bizi ezmeye çalışıyor. Dünya halkı bize yardım edin. Sözlerle değil, hareketlerle…S.O.S…S.O.S…S.O.S…”.

Sözlerle değil, hareketlerle bize yardım edin”. Batı, devrimcilere ancak sözlerle yardım etmişti. Beklenen “hareket” hiç gelmedi ve Budapeşte sokakları giderek sessizliğe gömüldü.

Oysa Münih’teki radyo yayınına devam ediyordu: “Burası, Özgür Avrupa Radyosu”.

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar