Başbakanlıkta 30 Ay - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Mart 28, 2024
Poli

Başbakanlıkta 30 Ay

Halil Paşa

Bir kitabın 6 yıl önce değerlendirilmiş arka planı…            

Öntaç Düzgün’ün müsteşarlık anılarını bir araya getirdiği bu kitabını, kuşağımın içine sıkıştığı ideolojik arka plana da gönderme yaparak eleştirmeye çalıştığım aşağıdaki uzun soluklu bu makalemi, 2 Eylül 2010 tarihinde tamamlanmış, ancak o günden bugüne hiçbir yayın organında yayınlanmamıştır.

Neden şimdi yayınladığıma gelince…


  1. Geçmiş yıllarda birikmiş, yayınlanmamış yazılarımı karıştırırken, tesadüfen karşıma çıktığı için…
  2. Adamızın kaderiyle ilgili birkaç politik çıkarsamaya hala sahip olduğunu düşündüğüm için…

Dahası da var. Şöyle ki; altı yıl aradan sonra bu makaleyi bir daha okuduğumda, Öntaç’ın kitabının eleştirisine sıkışmış notlarımın arasından bana şöyle bir şeylerin fısıldadığını gördüm…

Siz Kıbrıslılar… Aslında Annan Planı sonrasında, toplum olarak giderek ufala(nar)rak kaybolacağınızı, Türkiye tarafından yutulacağınızı, adada olası bir ‘çözüm ve barış’ın uzamasının cemaat olarak sizi bir ‘yok oluş anaforuna’ doğru savuracağını bal gibi biliyor, daha o günlerden bunun endişelerini taşıyor, ama ‘bilmezlikten-duymazlıktan gelme’ ayağına yatıyordunuz…”

Devam eder ve uzatırsam bu hatırlatma yazısı makaleyi de geçer…

İyisi mi, lütfen ama lütfen aşağıda altı yıl önce yazmış olduğum bu kitap eleştirisi ya da uzun soluklu makalede, (parantez içerisine aldıklarım hariç) tek kelimesine, noktasına virgülüne, varsa düşük cümlesine dahi dokunmadım, değiştirmedim. Altı yıl öncesinin yalın haliyle aktarıyorum…

Halil Paşa

“ULAN BİR NUMARALI MEMUR” ÖNTAÇ’ın kitabının düşündürdükleri.

Bir kişi, sabır, beceri, hüner ve akıcı bir üslup ile epeyce bilgi birikimi ve gün görüp geçirmiş olmayı gerektiren, zamanını alacak, yorucu, meşakkatli bir çabanın yanı sıra, günün sonunda kendisine hatırı sayılır maddi bir kazanç sağlamayacak bir kitabı yazmaya neden girişmiş olsun ki?

Sanırım böyle bir soruya verilecek cevabın doğruluğu ve tutarlılığı, yazana hatır yapmayacak kadar yakın olmak, hakkında “dost acı söyler” düsturuyla çekinmeden yazılı eleştiride bulunmakla doğru orantılıdır.

Öntaç Düzgün’ü Lise yıllarından tanırım. Daha sonra ikimiz de 78 Kuşağından olduk. Yüksek öğrenim yıllarında ikimiz de solcu ya da devrimci olduğumuzu iddia etsek de, siyaseten çok farklı siyasi kulvarlarda koştuk.

Son zamanlarda kardeşi Başaran’dan onun “Müsteşarlık Anıları” ile ilgili bir kitap yazmakta olduğunu duymuştum.

En son geçtiğimiz hafta içerisinde iki kardeş birlikte geldiler ziyaretime. Kitabı YAYSAT bayilerine dağıtmam için.

Öntaç’ın yayınlamış olduğu kitabı okumazdan önce, belli belirsiz ve fakat hızlı bir film şeridi gibi Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan 78 Kuşağı birisinin sadece Başbakanlık Müsteşarlığı anılarının ötesinde onu kitap yazmaya iten başka nedenleri olabileceğini de düşünmüştüm.

78 Kuşağından kalma kalma siyasi önyargılarımız işte…

Kitabı okuyunca yanılmadığımı da anladım. (Biz 78’lilerin hala siyasi yanılmazlık üzerine takıntılarımız mı var ne!.)

Yanılmadığım ise Öntaç’ın bizzat kendisinden edindiğim kitabının kapağına yazmış olduğu gibi, bir zamanlar benim “Maocu” kendisinin de “revizyonist” olduğunu “itiraf eden” yazısında saklı otuz küsur yıllık tarihten gelen ve bizi terk etmeyen düşünce refleksinin kitabının birçok köşesine sinmiş olduğuydu. (Bakın nasıl da bildim!.)

Bu konuya yine döneceğim. Ancak bundan önce adanın kuzeyinde kitapla insanlar arasındaki ilişkiden kısaca da olsa bahsetmek istiyorum.

“Kitap satın alma ve okuma alışkanlığı” oldukça zayıf olan ülkemizin Kuzey yarısında, Annan Planı öncesi döneme kadar kitap yazmak da ender sayılacak vakalardandı.

Hele de öyle değil kendisine kara çalınan bir üst düzey bürokratın, basında türlü yolsuzluk haberleriyle suçlanmış bakanların ve milletvekillerinin herhangi birisinin kitap yayınlaması, lütfedip gazetelerde birkaç satır makale yazma zahmetine katlanması dahi pek rastlanır olaylardan değildi.

Zaten kurulması sırasında muhalif milletvekilleri ile rejime muhalefet parti ve örgüt üyelerine aba altından 12 Eylül’ün askeri sopası gösterilerek ilan edilen devletimizin parlamentosuna seçilebilmek için, sünnet, düğün ve cenaze törenlerinde boy göstermek ve her derde deva lokman hekim gibi, her önüne gelen hastanın “her derdine deva” ilaç vereceğine dair nutuk atarak seçilmenin muteber olduğu ve seçildikten sonra da bu tür ıvır-zıvır işlerle zaman öldürmek farz sayıldığı için olacak, bizdeki seçilmişlerin öyle fazla okuyup yazmalarına ne zamanları vardır, ne de böyle kitap yazmaya ihtiyaçları.  (Zaten herkes hatıralarını emeklilik dönemine saklar ya…)

Düşünün ki beş üniversiteniz, on binlerce üniversite öğrenciniz olmasıyla övünüyorsunuz. (Halen sanırım 8 ve yakında 12’yi bulacağız)Ancak ekmeğini kitapçılıktan kazanan birkaç dükkan dışında, büyük bir kitap mağazanız bile yoktur. (Hala da öyle…)

Neyse ki Annan Planı dönemindeki heyecanla birlikte kitap satın almak konusunda olmasa da kitap yazmak konusunda toplumumuzda görmezden gelinmeyecek kadar bir artış yaşanmaktadır. (Hala da var)

Bu olumlu sayılabilecek süreç devam eder mi?

Geleceği belirsiz bir toplum olduğumuz için elbette kitap yayınlarında yakın bir zaman sonra devamlılığın yaşanıp yaşanmayacağı da belirsizdir.

Bu bakımdan Öntaç’ın kitap yazması bu devamlılığa bir katkı sağladığı için takdir edilecek bir olaydır.

Şimdi gelelim Öntaç’ın kitabına…

Aslında Öntaç’ın kitabı daha ilk haftadan aranıp sorulur, yazdıkları üzerinde epeyce tartışılır oldu.

Yazmış olduğu kitabında çoğunlukla ve yoğunlukla, başta Asil Nadir’in sahibi olduğu medyanın manşetlerinde ailesini de içerisine alacak şekilde makamını kötüye kullanarak yolsuzluk yaptığı suçlamalarına karşı savunma refleksi ile yazdığı anılar ve olaylar anlatılmış.

Ancak Öntaç sadece Asil Nadir ile sınırlı kalmamış.

Müsteşarlık döneminde karşılaştığı başka sorunları, anlaştığı, anlaşamadığı partili, partisiz kişilerle çatışmalarını ya da birlikte yaptıklarını anlatmış. Bu arada yaşadığı olaylardan ve gözlemlerinden hareketle KKTC’nin siyasi yapısı ve gidişatını ve de olası geleceği hakkında bazı yorumlar da yapmış. Kitaba başlar başlamaz giriştiği AKEL eleştirisi benim en çok ilgimi çeken bölüm.

KÖGEF’çi dostumun yıllar öncesinde “AKEL ne derse o” sekterliği, kitabının ilk sayfalarında tam bir AKEL karşıtlığına dönüşmüş.

Bunu kitabının daha başında, “Göreve Başlarken” başlığı altında Talat-Hristofyas tartışmasını dile getirerek izaha girişmiş. AKEL’in komünizmini “Sırp-Ortodoks türü bir ulusalcılık” olarak niteleyivermiş.

Gerçi Referandum öncesinde olduğu gibi sonrasında da AKEL ile CTP, Hristofyas ile Talat arasındaki görüşmelerin kötü gittiği bilinmeyen bir sır değildi.

Nitekim aralarında benim de bulunduğum KBP temsilcileri ile yaptığı bir görüşmede Hristofyas Talat için “askerin elini öptü” ifadesini kullanmıştı.

***

Öte yandan Öntaç’a karşı siyasi önyargısıyla donanmış ve onu küçük düşürmek ve aşağılamak için “ulan bir numaralı memur” diye hitap eden aynı generalin, Öntaç’ın eski yoldaşı ama anın da Başbakanı Ferdi Sabit’in Türklüğünü ispatlayıncaya kadar elini sıkmayacağını söylemiş olması… Sonra sıktı mı bilmiyorum? Gerçi yazımın konusu da bu değil ya.

Beni ilgilendiren daha çok işin AKEL-CTP boyutu.

78’li yılları düşünüyorum da, (unutmak mümkün değil) kim derdi ki ağırlıklı olarak şimdi CTP’yi yöneten ve bir zamanlar Güneydeki yoldaşlarının eleştirilmesine tahammülü olmayan, öğrenci derneklerinde “Yüce Sovyetler Birliği” ile Kıbrıs’taki temsilcisi AKEL’e laf söyletmeyen, karşıtlarını da “Devrim düşmanı” ilan eden KÖGEF grubu, “Devrim’in düşmanı” ilan ettiği “Maocu” ve “Goşistlerden” de daha azılı bir “AKEL düşmanı” (1) kesilecek.

Hani dönüş de öyle 45 veya 90 derece değil. Tamı tamına 180 derece.

Bütün bunları yazarak AKEL ile CTP arasının ne kadar kötü olduğunu anlatmak değil gayem.

Çünkü biliyorum ki bu iki parti yöneticileri de hem bir yandan birbirlerini asıl siyasi muhatap görüyorlar, hem de birbirlerine üstünlük sağlamak için ne yazık ki diğerinin ne kadar Ortodoks, ulusalcı ve muhafazakar ya da oportünist, dönek veyahut da yetkisiz olduğunu ispata çalışıyorlar. (Asıl anlatmak istediğim de bu, iki partinin hala birbirine ihtiyacı olan“düşman kardeşleri” oynamaları)

CTP AKEL’ e ve Hristofyas’a  karşı kendi tabanını, AKEL de CTP’ye ve Talat’a karşı kendi üyelerini sırasıyla Türk ve Elen Milliyetçiliği yaptıkları konusunda ikna etmeyi başardılar.

Böylece CTP ve AKEL hükümetleri ile görüşmeci seçilen Hristofyas-Talat dönemi zay-zuy olup güme gitti.

Bundan önce CTP, sonra daTalat zararlı çıktı. Yakın bir zaman sonra Güney’de yapılacak seçimlerde de belli ki AKEL ile Hristofyas zararlı çıkacak. (AKEL’in oyları düşmeye devam ederken Hristofyas çoktan siyasi sahnede emekli rolünü oynuyor. Doğru tespit!)

Ama Kıbrıslılar bir kez daha zaman kaybetmiş mi olacaklar?

Elbette… (Yalan mı? En az 6 yıl daha yaşlanıp 60’a merdiven dayadık.)

1970’li yıllarda olsaydı bu iki eski dostun düşman olmalarına (simgesel olarak Talat-Hristofyas veyahut da aslında CTP-AKEL ‘indinde’…) ilgisiz kalır, üzülmezdim sanırım.

Ama Dünya Güneş’in etrafında 30 küsur kez döndü ve köprülerin altından çok sular akıp geçti.

Kıbrıs Sorunun uzaması nedeniyle bir yandan Kıbrıslıtürkler tarihe karışmaya hazırlanır, Kıbrıslırumlar da Güneyde kendi Elen Milliyetçi yaşamlarına kapanırlarken, iki partinin diğerini haksız kılmak için gösterdikleri performans ve harcadıkları enerji kadarını, adada çözüm ve barış için harcamadıkları ortaya çıktı.

Öntaç, “Ulan Bir Numaralı Memurluk”taki 30 ay’ını yazmış olduğu kitabında bazı saflıklarını da anlatmış okura.

Örneğin zaman zaman medyayı maddi çıkarları için silah olarak kullandığını aslında biraz geç öğrenmiş olduğu bir “saik”in bürokratik sorunlarının halline bile fedakarca bir çaba ile yardımcı olduktan ve belki de bunları kitabında yazmamış olduğu gibi “örgütsel disiplin” ya da “şimdilik bizdendir” vb. bir gerekçeye dayandırarak yaptıktan sonradır ki, “iyilik” yaptığı bu “dini-imanı para” olan insanların hışmına uğramış.

Üstelik de kendince hiç hak etmediği bir yolsuzluk, usulsüzlük vb. saldırısına maruz kalmış.

Bütün bunlar belli ki onu çok üzmüş.

Hükümette iken, devletin kredisiyle “bir numaralı memur” makamının sözünü geçirdiği tanıdıklarının reklam gelirlerini kullanmasına yardımcı olduğu, “Vatan, Millet ve en çok KKTC Devleti” aşkı ya da “İyilik yap, denize at” mottosuyla destek çıktığı insanların, karşılığında dönüp bir de kendisini ve ailesini de hedef alacak şekilde suçlaması Öntaç’ı yazılarında isyan ettirmiş.

Bir 78’liye de isyan etmek yakışır ya, neyse… (İki isyanı bir birine fazla karıştırdım ve bu teşbih buraya uymadı ya…)

Aslında ne Öntaç ne de CTP’liler için, siyasi duruşu bir sır olmayan (Denktaşçılığı, sağcılığı ve daha çok magazin haberciliği ile ünlü) gazetecinin patronu Asil Nadir’in sırf bir arzusu karşılanmadı diye Öntaç’ın bizzat kendisini hedef alan bu “vefasızlık” örneğini yazıya dökmesi , onun biraz da kişisel nedenlerle bu yazdıklarını önemsizleştirir mi?

Ben Öntaç’ın kitabını önemsiyorum!…

Çünkü sonuçta ortaya konan ne uçmaya hazır bir sözdür, ne de günlük bir gazetenin köşesinde yer alan makale veya demeçtir. Ortada sadece Öntaç’la da sınırlı kalmamış, Talat-Hristofyas nezdinde vites artırıp hız yükselten CTP-AKEL arasındaki siyasi görüş ayrılığının, KKTC’nin olası geleceğinin Türkiye’ye daha bağımlı ve mevcudundan daha fakir bir yapıya dönüşebileceğini söyleyen bir kitap vardır karşımızda.

Daha başka?

Telif Hakları yasasına uymayan milletvekilinden, İngiliz döneminden kalma bu yasanın daha ileriye götürülmesi konusundaki beceriksizlikten, bet ofislerinden kazanacağı paraya bel bağlamış, uyuşturucu davaları her yıl katlanarak artan, Sünniliği adeta resmi bir din olarak benimsemiş ve bunun dışındaki dinlere eşit davranmaya hazırlıksız, bütün yolları TC Büyükelçiliğine çıkan ve fakat canla başla kurtarmaya çalıştığı KKTC Devleti’ni anlatıyor Öntaç kitabında.

Anlaşılır ve yalın bir dille yapıyor bunu da.

****

Öntaç yaralı. (Sanırım zaman pek çok şeyi silip götürüyor olsa da…)

Çünkü oldukça haksız bir biçimde elindeki gazeteyi seçim silahı olarak kullanmayı adet edinmişlerin “çok niteliksiz düzeylerde” gazabına ve saldırısına uğramış.

Bu nedenle kitabının en son sayfasında yazmış olduğu kısa “sonsöz”de kendini temize çıkarmak için esas olarak “ben merkezli” bir çalışma yaptığını yazmış.

Fakat ben Öntaç yaralı da olsa, kendini savunmak ihtiyacı ile de yazmış olsa, kişisel olarak herhangi bir biçimde müsteşarlıktan usulsüz maddi kazanç sağlamadığı konusunda onun samimiyetine güveniyor da olsam, bu yazımda, istese de istemese de artık bunca yazdıklarından sonra anlatmış olduğu bazı olayların onu aşmış sorunlar olduğu kanısındayım. Gerçi o da bunun farkında ya…

***

Kitabın sonunda ise, Öntaç hellim konusuyla ilgili savunmasında, “yasal olmayan yollara da başvurmayı deniyoruz ve denemek zorundayız” diye açıktan açığa KKTC Devletinin bekası için yasa dışı işlere bulaşacak kadar “üst düzeyde” çalıştığını yazmış olması doğrusu beni CTP ve kurmayları konusunda derin düşüncelere sevk etti.

Mesela bu konuda Öntaç’ın Başbakanı Ferdi Sabit’in bu hellim ihracatı işinden hiç mi haberi olmamıştı?

Ya CTP’nin merkez yönetim kurulu ve parti meclis üyeleri?

Yani CTP hükümet olduktan sonra, Annan Planı’nı ilerleterek adada olası bir Barış’a yoğunlaşacağına KKTC’ni yaşatmak için, Denktaş, Eroğlu ya da DP ya da UBP ile fedakarlık ve fanatiklik ve bunlar yetmezmiş gibi bir de böyle işlerin yarışına mı soyunmuştu?

Öntaç’ın kitabını bitirince, CTP hükümetinin “yasal ya da yasa dışı yoldan KKTC devletinin tamirine yoğunlaştığı, Talat’a Kıbrıs Sorunu’nu çözme işini havale ettiği, Talat’ın da AKP’nin kontrolündeki Türkiye Dışişleri nezdinde görüşmecilik görevini sürdürdüğü” gibi bir sonuca varmam olanaklı mı diye de düşünüyorum…

Değil mi ki CTP Referandum sonrasında, Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki haklarımızla ilgilenmediği gibi, tek yanlı da olsa Annan Planının gereklerini yerine getirme tercihini de elinin tersiyle itmişti. Bu iki olasılık dışında, geriye “evin içini süpürmek” kalmıştı ki Öntaç da UBP’li müsteşardan devraldığı “Ulan Bir Numaralı Memur” ile kaldığı yerden KKTC’nin kurtarılmasına mı soyunmuştu?

Böylece Kıbrıs Sorunu konusu ikincil plana ötelenirken, uyuşturucu belası, vergi kaçakçılığı, telif hakları çiğneyicileri, “çocuğuma iş ver”ciler, sahalarımıza ekilen hangi çim’in daha dayanıklı olduğu tartışmaları, spor ambargolarını delme gösterileri, sendikalara karşı “bağımsız KKTC devleti”nin yanında saf tutan, sivil toplum örgütleri ile barışık olmayan ve nihayet eski hızından hiçbir şey kaybetmemiş devletin milli resmi ve askeri törenlerinde boy gösterme arasında gidip gelinen ve çözümden gittikçe uzaklaşılan, sokağın heyecanını söndürmeye hizmet eden bir süreç yaşanacaktı. Bu nedenle olmalı bir sonraki seçimlerde vekillerin koltuklarını kaybetmemek için düğünlere, sünnetlere, cenazelere daha çok konsantre oldukları bu yarış günün sonunda CTP’nin seçimi kaybetmemesi için başta Asil Nadir’in en çok satan gazetesinden medet umarak, devlete borcu olanların borcuna borç katmak gibi saflık gösterilerine girişilmişti.

Öntaç da bu hay huy arasında günah keçisi seçildiği için haliyle isyan ederek bu kitabı mı yazmıştı?

Herkesin yorumu hem kendisine hem başkasına hem de kamuoyuna.

Öntaç’ın kitabını bitirdiğimde AKEL’in referandumdaki “hayır”ıyla bir çözüm fırsatının tepilmesine yardımcı olduğunu kabul etsem de, referandumda “evet” diyen CTP’nin de kısa dönemli hükümet ve Cumhur olmak uğruna, AKEL’in “hayır”ının arkasına saklanarak pasif, edilgen, basiretsiz bir tutum sergileyip, uzun dönemde toplumun kaybedeceği bir siyasal sürece davetiye çıkarttığı sonucuna varmanın çok da zor olmayacağını düşündüm.

Burada KÖGEF kadrosunun “CTP Düşmanlığı” yaptığıma dair homurdanmalarını duyar gibiyim. (Bu 78 peşimizi bırakmayacağa benziyor…)

Ahh biz CTP’nin ağır ağabeylerinin jargonundaki “marjinal solcular” bu 78’den bize miras kalmış katı ve sekter hastalıklarımızdan ve KÖGEF de kalıplaşmış ezberlerinden bir kurtulabilmiş olsaydık eğer…

***

Son birkaç söz daha.

Sanırım CTP’de KÖGEF’in etkisinin giderek azaldığı bir dönem başlayacak. (Daha…)

Ya da CTP de taşlar yerinden yine oynamayacak ve Öntaç’ın kitabında yazmış olduğu gibi “Elyeyi Unutma”, “Kim Nereden Nereye Savrulmuş” diye diye, eski günler yad edilerek ve belki de içki sofralarında meze yapılarak Kıbrıslıtürklerin kayboluş ve CTP’nin küçülme sürecine bir süre daha şahitlik edilecek. (Talat başkan olduğuna göre. Bundan sonra gelecek olan da bu saatten sonra o siyasi anafordan kolayca çıkamaz…)

Çünkü Kıbrıs sorunu yumağı ayağımıza dolanmış ve galiba sorunun çözümünün de sorun olduğu tuhaf bir durumla baş başa kalmak üzereyiz.

Satın alın ve okuyun bu kitabı. Göreceksiniz ki harcayacağınız zamana değecektir.

Çünkü Kıbrıslıtürklerin tarihe karışıp kaybolmak sürecini yaşadıkları bu devride, köşeye sıkışan kedi’nin can havliyle ileriye atlaması gibi, Kuzeyde kitap yazıp yayınlama konusunda ileri ve cesur adımlar atılmaya başlayalı az bir zaman geçmedi.

[newsbox style=”nb3″ title=”POLİ 289″ display=”tag” tag=”289″ number_of_posts=”6″ sub_categories=”no” show_more=”no” post_type=”post”]

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar