Cümleler anlamını yitirince ve türlü kişilik hallerine girince yazılar, keşkelerle başlayan kurgular gelir kapımıza. Her sözcüğe cenaze töreni yaptırdığımız günlerin, anların, duyguların, infazların ve insanların yansıması olarak dökülür cümleler önümüze. Yayınlanmış yazı artık sahibinden çıkmış ve çoktan farklı adreslere ulaşıp, aşikarlaşmıştır. Sonrasında geriye dönüş yoktur. Yazmasaydım demek yaşamasaydım demektir. Bir dönemden, bir kavgadan, bir sevdadan pişmanlık duymaktır.
Yazıya sırt dönüp gidilmez. Bir sevdayı terketmek kadar kolay değildir yazıdan geçmek. Bir insanı, bir şehri, bir ülkeyi bırakmak kadar kolay değildir yazıdan çıkmak. Ortaya dökülen, ilan edilen her yazı artık hikayenin ömründen çıkıp kendi tarihini yaratacaktır. Yazmasaydım denen yazılar ve mektuplar ulaşılan adreslerde yaşanan günlerin gücünü taşıyacaktır. Yazı kendi başına bir egemenliktir. Yazmak başlı başına bir yol tutup yürümektir.
Yazmak biraz da yaşatmaktır ve ölümsüz kılmaktır gidenleri
Yazmak ayakta durabilmektir acılar keserken bilekleri
Biraz hüzün, biraz düş, biraz isyan kokan bir çocuk doğurmaya soyunmaktır
Tamam kabul, pişmanlıktır biraz da
Kuşatmaktır anlamsız tortusunu hiçliklerin
Yazmak sonsuz bir can vermektir aşka
Camdan bir elbise giyinmektir
Kırılan her parçanın acısıyla durarak ayakta
Sırt üstü, kafa üstü ve türlü şekillerde çakılınca sözcükler yere, pişman olmayacak kadar çok sevmektir anlamları. Bir sevdaya sahip çıkmak, bir düşe hayat katmaktır. Çivilenmiş harfleri etinin her zerresine kazıyarak, iki heceli bir isme tüm şiirleri zımbalayarak, cehennemin dibinde nefes almaktır. Yazmak sefere çıkmaktır demir atılan limanlardan. Kimlik bilgilerini değiştirmektir korkusuzca. Tarık Buğra’nın deyişiyle “sürüden ayrılmaktır”…
Yazmak, susmaktır çığlık çığlığa. Ortaya çıkmaktır, ben burdayım diye hedef göstermektir varlığını. Gizlenmeden, kaçmadan, korkuların karanlık gözlerinin içine bakarak tutunabilmektir yaşama. “Sen gittikten sonra bir tek güzel cümlem yok” diyecek kadar ihanet etmektir kalemine. Parmağının ardına gizlenemeyenlerin ayak izidir yazmak. Cinayetlerin ve intiharların ardından parmak izi bırakmaktır. Yakalanmaktır, sorgulanmaktır, ipliğini pazara çıkarmaktır. Yazmak, ruhunu çarmıha gererek, kendi kendine tutunmayı seçmektir.
Sait Faik Abasıyanık beni çok etkileyen duygularıyla koyar noktasını :
Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım.
Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım.Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yontuktan sonra tuttum öptüm.
YAZMAZSAM DELİ OLACAKTIM…
Affetmeyin Bizi Çocuklar
Biz büyümeden, nasıl büyütecektik sizi çocuklar?
Sakın inanmayın samimiyetimize.
Kendi başarısızlıklarımızı örtmek için sizi adres gösterdik hayalkırıklığımıza.
Hayattaki duruşumuz cafcaflı bir kaplama kağıdından ibaret, inanmayın öfkelerimize. Kaplama kağıdının altındaki kutu boş diye gerçek yüzümüzü gizledik sizden, beceriksizce.
Hala yüzümüz aynalarda, hala gözlerimiz ucuz aşk dizilerinde, hala ayaklarımız lüks otomobillerin pedallarında.. Markalı, modalı ideallerimizle süsledik hayallerimizi ve hepsinin üstüne etiketler yerleştirdik. Aşkı, her bedende uzağa iterken, özlediğin bir sevgilin bile yoktu, farkedemedik. Bunları öğretmeye ne gücümüz, ne inancımız, ne de vaktimiz vardı.
—–
Yalnız gözlerimizdeki yorgun bakışlar değil
Yenik düsen alışkanlıklarımıza
Yaşamı katıksız bir çocuk kahkasında göremediğimiz
Doğuramadığımız, koklayamadığımız, büyütemediğimiz
O çocuğa uzaktan bakmanın ezikliğidir yaşlandıran yüzümüzü
Geldin, hoşgeldin de, hoşbulmadın bizi. Hazırlıksız, kirlenmiş, sarsıntılı yakaladın dünyamızı. Etraf dağınıktı, toparlayamadık. Oysa senin için pahalı onlarca oyuncaklar hazırlamıştık. Senin için markalı onca giysiler almıştık. Senin için taksitle ödeyeceğimiz harç paraları planlamıştık. Üniversite diploman için duvarımızda boş yer bile ayırmıştık.
Geldin, hoşgeldin.
—
Pastanın üstündeki mumların sayısı çoğalırken, niye büyüyemedi bakışların?
Niye gözlerinde bir kez bile olsa bir şiirin dizesine rastlamadım?
Yok, sakın bu soruları yanıtlama.
Sakın şiirsizliğimin nedenini yüzüme vurma.
Bugün senin yüzüne baktım. Bugün, senden daha çok yaşamış biri olarak sana baktım. Sorular, sorularımı çoğalttı yüzüne bakarken. Seni tek bir çocuk diye varsaydım. Belki sokakta yürüyordun, belki okuldan çıkıyordun, belki sancılar çekerek bakıyordun yüzüme. Bugün, utanarak yüzüne bakıp, kendimi sorguladım.
Dağlarda lalelerin salındığı, ovalarda kırçiçeklerinin başkaldırdığı, gokyüzünün maviliğinde büyüyen bir düşüm vardı sana dair. Zeytin dallarından taçlar takacaktım saçlarına, koynuna güldamlaları damlatacaktım. Mersinler bırakacaktım avuçlarına. Buğday başaklarının sarısından, umutlu bir buket hazırlayacaktım sana. Feslikan kokulu sarkılarla, “Güzel günler hangi dağın ardındadır” diyerek o güzel günlere seninle ulaşacaktım.
Yapamadım. Sana “bozuldun“ dedim. Senin için “bizim zamanımızda” diye nice cümleler biriktirdim. Sakın inanma öfkeme. Kendi başarısızlıklarımı örtmek için seni adres gösterdim. İnanma samimiyetime.
Şiirsiz, şarkısız, sevdasız bir marka yarattım, taktım boynuna. Yolunu her şaşırıp yüzüme baktığında sakın kendini suçlama. Bu şiirsiz, bu bölünmüş, bu maddiyatla ölcülen hayatın soğuk bakışlarıyla karşılaştığında, sakın acıyıp da beni affetmeye kalkışma.