Şili'nin kozmopolit başkenti ve acılı yakın tarih: Santiago - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Nisan 18, 2024
Köşe YazarlarıManşetSeyahat

Şili’nin kozmopolit başkenti ve acılı yakın tarih: Santiago

Halil Paşa
Halil Paşa
Buenos Aires hava alanında.

İSTANBUL-AMSTERDAM-BUENOS AİRES-SANTİGAO

İSTANBUL-AMSTERDAM-BUENOS AİRE-SANTİGAO
İstanbul Amsterdam arası üç saat; Amsterdam’ın Şipol Havaalanından, Arjantin’in başkenti Buenos Aires’e de 13 saati aşkın bir süre non-stop uçtuk. İki saatten fazla bir süre de Buenos Aires- Santiago yolculuğu sürdü. Havaalanlarındaki molaları da ekleyince tam bir gündür yollardaydık.
“Uzun uçak yolculuğu” deyince aklıma ilk gelen havaleli kitaplardır. Nedenine gelince. On saatin üzerindeki uçak yolculuklarımda genellikle uyumam. Yanımda getirdiğim oldukça kalın kitapları okuyarak geçiririm zamanı. Dostoyevski’nin, Tolstoy’un ve başka siyasi-sosyal pek çok sayfalı kitapları, böyle on saatten uzun uzun uçak yolculuklarımda okuyup bitirdim hep. Şili seyahatimde de öyle oldu. Şilili yazar Isabel Allende’nin “Ruhlar Evi” romanını daha uçak Şili’ye varmadan bitirdim. Amsterdam arası üç saat; Amsterdam’ın Şipol Havaalanından, Arjantin’in başkenti  Buenos Aires’e de 13 saati aşkın bir süre non-stop uçtuk.  İki saatten fazla bir süre de Buenos Aires- Santiago yolculuğu sürdü. Havaalanlarındaki molaları da ekleyince tam bir gündür yollardaydık.

 


Mercado Central kapalı pazarında şarap taşıyan genç kadın heykeli

ŞİLİ

Yüzölçümü 756.945 km² olan Şili, Aymara dilinde “dünyanın bitimi” anlamına gelen “chilli” kelimesinden gelir. 2018 yılı tahminlerine göre bu ülkede yaklaşık 18 milyon insan yaşamakta.

Şili nüfusunun %95’ini, 19. yüzyılda İspanyollar ve Avrupa’dan gelen İngiliz, İrlanda, Alman Hırvat, İtalyan ve Filistin göçmenleri oluşturur.

Yerliler, nüfusun sadece % 3,2’sini temsil eder.

İstatistiklere göre Şili’de 50.000 dolayında (nüfusun binde üçü) Müslüman bulunmakta. 1856 yılında Osmanlı İmparatorluğu topraklarından (Suriye, Filistin ve Lübnan) Şili’ye, azı Müslüman çoğu Ortodoks Arap göçü yaşanmış. 1907’de ülkedeki Müslüman sayısı 1.498’e çıkmış. Santiago’da ilk cami 1989’da “Şeyh Tevfik Rumi” öncülüğünde inşa edilmiş. Cami tamamlandıktan sonra İslam’a geçenlerde az da olsa artış yaşanmış.

Şilinin para birimi Peso’dur. Şubat ayının 2019’unda Santiago’da bir Amerikan doları 650 peso ediyordu.

Kişi başı düşen geliri ise 15.346 dolar. Karşılaştırma yapmak için yazmış olayım kişi başına gelir 2018 IMF verilerine göre Türkiye’de 11 bin yüz,  KKTC’de 11 bin dolar civarındadır.(1) Bu rakamlara göre Şilililer, TC ve KKTC’nin neredeyse bir buçuk katı daha zenginler.

Şili, birçok coğrafi yorumda tezatlar ülkesi olarak da geçer. Nitekim kuzeyde gezip gördüğüm “Atamaca” çölü, “Afrika’nın Saharası”nı, güneyindeki kanallar “Norveç fiyortlarını”, Los Lagos’daki Osorno ve çevresi “İsviçre Alplerini”, Orta bölgeleri ise “Akdeniz iklimi ve bitki örtüsünü hatırlatır. Ayrıca Patagonya bölgesi de buzullarla kaplıdır.

Şili’yi pek çok şekilde tanımlamak mümkündür.

Dar, uzun ve denizin yüzlerce kez içerisine girip çıkarak bir oya gibi işlediği kara parçasıyla, dünya coğrafyasında üzerinden en çok enlemin geçtiği ülkedir.

22 mayıs 1960 tarihinde kaydedilen 9.5 büyüklüğünde depremle, şimdiye kadar dünyada ölçülen en şiddetli depremin yaşandığı ülkedir.

Dünyanın en kuzeyindeki yeryüzü olan Patagonya bölgesi, Arjantin ile birlikte Şili’de yer alır.

Venseremos ise, Latinlerde ve dünyada en çok benimsenen sosyalist şarkılardan birisidir.

Artık bu kadar bilgiden sonra başkent Santiago başlayarak ülkenin kuzey coğrafyasında yolculuğa çıkabiliriz.

Santiago’da Okyanus balıkları satış tezgahında

SANTİAGO

Şili’nin hem en büyük şehri ve hem de başkenti olan Santiago’da 6. 5 milyon insan yaşar. Bu rakam ülke nüfusunun üçte birine eşittir. Şehir adını Hz. İsa’nın havarilerinden Saint Santiago’dan (1) alır.

Şili’ye seyahate çıktığımızda aylardan Şubat’tı. Kıbrıs, Ortadoğu ve Avrupa’da kış mevsimi sürüyor olsa da, Şili’de insanlar yaz mevsiminin tam ortasındaydı.

İlk durağımız “Mercado Central” oldu. Mimarisi otantik, müşterisi yoğunlukla turist, yanındaki balık pazarı ve sokağında uzanan sebze-meyve dükkanları ise bölge insanının da uğradığı şehrin önemli bir alış veriş noktasıydı.

Otobüsle vardığımızda daha ilk bakışta bina ilginç mimarisiyle bizi kendine çekti. Girişindeki döviz bürosunu geçip içeriye adımımızı attığımız anda, neredeyse üç kata yaklaşan çok yüksek tavanı ile karşılaşınca ilk anda büyük bir hangarın içine girmişim hissine kapıldım. Kemerli pencerelerin üzerinde yan yana dizilmiş metalden yıldızlar ve sonrasında tavana kadar çelik ferforjelerle çevrelenmişti. Sanırım çarşının üzerini örten çatısı da ahşapla kaplıydı.

Güneş ışıkları, kemerli pencereler ile çelik ferforjeler arasından süzülerek binanın içine ulaşıyor olsa da, ortam yeterince aydınlık değildi. Bu nedenle olsa gerek, yan yana dizilmiş restoranlar, rengarenk ışıklı tabelalarını yakmışlardı.

Tam orta yerde, bir elinde omuzuna vurduğu şarap testisi, diğerinde şarap kabı eteği uçuşarak yürümekte olan bir kadın heykeli vardı. Elindeki şarap kabından, kaide üzerindeki küçük havuza sular dökülüyordu. Giysilerinden tarihin eski bir evresinden fırlamış gibi bir hali vardı. Heykelin çevresi, fotoğraf çektirmek için turistler tarafından kuşatılmıştı.

Halil Paşa
Mercado Central binası.

Mercado Cenrtal’da  turistler satmak için, yüzlerce çeşit minyatür, anahtarlık, magnet, çeşitli hediyelikler ve incik-boncuklar ve de hatıra ürünleri satan dükkanlar gördüm.

Ama kapalı Pazar içerisinde en büyük yer, örtüleri özenle hazırlanmış masa ve sandalyeleriyle lokantalarındı.

Pek çoğu balık lokantasıydı ve zaten balığın kokusu hafiften pazar yerinin kapalı iç mekanına sinmiş gibiydi. Her restoranın önünde, Türkiye’deki gibi “buyurun abiler” tipinden, el kol hareketleriyle ısrarcı bir şekilde gelip önlerinden gelip geçen turistleri birbirleriyle yarışırcasına, İspanyolca, İngilizce, Fransızca sözcüklerle davet eden garsonlar vardı.

Restoranlar yarı yarıya doluydu. Çoğu müşterileri turistti.

Masalara yapılan servislerde, balık ve çeşitli deniz ürünlerinin yanı sıra, İspanyolların ünlü yemeği paela da başroldeydi.

Yemeğe gelen turistlerin ve alış verişe çıkan yerli halkın en yoğun karşılaştığı saatler öğle üzeriydi ve biz de çarşıya tam o saatlerde uğramıştık.

Dışarıya çıkıp, yandaki sokakta okyanus balıklarının sergilendiği tezgahlara bir göz attık. Üzerinde çok büyük rakamlarla fiyatları yazılı meyve tezgahlarının al-benisine hayran kaldık.  Bir bakıma Avrupa’daki pazar yerleriyle epey benzeşiyorlardı.

Plaza de Armas.

PLAZA DE ARMAS

Plaza de Armas, başken “Santiago’nun kalbi”  olarak da tanımlanan meydanıdır. Santiago’da yaşayanların da buluşma yeridir. Palmiye ve geniş yapraklı ağaçlarla hurmaların gölgelediği ve her zaman kalabalık olan bu meydanın ortasında bir de havuz vardı. Havuzun üzerinde, etrafından suların aktığı kocaman beyaz bir heykel yükseliyordu. Latin Amerika ülkelerinin bağımsızlığa kavuşmasında önder rol oynayan Simon Bolivar ile İspanyollara karşı verilen bağımsızlık savaşlarında yaşamlarını kaybedenlerin anısına dikilmişti.

Plaza de Armas’da, Simon Bolivar anısına inşa edilen bağımsızlık heykeli.

Ağaçların altında, beton sekilerde, oturma banklarında birer-ikişer ilişmiş, heykelden havuza akan suların seyrine dalmış kimi randevu saatin bekleyen, kimi öylesine tembellik haklarını kullanırcasına pinekleyen kadın, erkek ve genç pek çok insan gördüm.

12 Şubat 1541 tarihinde İspanyollarca işgal edilen Santiago ve civarı; bu tarihten itibaren inşa edilmeye başlanmış. Günümüz Santiago şehri, İspanyol Pedro de Valdivia tarafından keşfedilmiş ve onunla birlikte Şili topraklarında İspanyol egemenliği inşa edilmeye başlanmıştı. Bu nedenle Santiagolular onu da unutmamış olacaklar, şehrinin bu İspanyol kurucusunu kentin kalbi olan Plaza de Arması’ın ulusal tarih müzesine bakan köşesinde, kocaman bir heykel olarak siyah atının üzerine yerleştirmişlerdi.

Latinlerde böyle pek çok İspanyol fetihçilerle, İspanyol fetihçilere karşı savaşan bağımsızlık liderlerinin, aynı ülke ve aynı mekanlarda heykellerini görmek önceleri beni şaşırtmış da olsa, sonradan bunun nedenini biraz olsun anladım sanıyorum.

Nihayetinde fetihçi şehrin ilk kurucusu olarak temellerini attığı ve kolonyal mimarinin inşasını gerçekleştirdiği için hatırlanırken, diğeri de Avrupa’dan gelen bu sömürgecilere verdiği bağımsızlık savaşıyla kutsanmış oluyordu. Sonuçta farklı zamanlarda yaşamış birisi sömürgeci diğeri bağımsızlık savaşçısı liderlerin heykelleri bir arada yer alabiliyordu.

Aslında Palaza de Armas’da ilk gözüme çarpan, azametli yapısı, muhteşem taş oymaları ve ön cephesi aziz heykelleriyle süslü olan Santiago Katedrali olmuştu. Katedral içerisindeki barok dönemi oymaları belli ki ustalık isteyen yoğun bir emeğin ürünüydü.

Santiago’da, Plaza de Armas’ın yanından akıp giden araç trafiğinin, insanlarının ve sokak çalgıcılarının gürültüsünden kaçarak, neo-klasik mimarinin gösterişli binası Santiago Katedrali’nin iki kulesinin altındaki ahşap kapıdan içeriye yürüdüm. Yapımına 1548 yılında başlanmış 1800’de tamamlanmış olan Santiago de Compostela Katedrali’nin içerisine girer girmez, sessiz sakin bir atmosferle karşılaşmıştık. Katedralin altın sarısı ölgün ışıklarıyla aydınlanan, huzur veren gizemli bir tünelin içine girmiştik sanki.  Katedralin duvarlarına asılı şamdanlardan yayılan altın sarısı ışıklar, duvarlara asılı tablolar, heykeller, bu kocaman yapıyı, adeta mücevherlerin gizlendiği bir hazineye dönüştürmüştü.

İspanyol fetihçilerin Latinlerdeki sömürgelerinde bıraktıkları kültür mirasların en görünür olanı sanırım Katolik dinidir. Gezip gördüğüm Meksika, Guatemala, Peru ve Bolivya’da, yerli Aztek ve Mayaların Şaman inançlarıyla karışınca, Hristiyanlık dini, özellikle lokal insanların arasında ilginç ritüellerle bezeli bir dine dönüştüğüne şahit olmuştum.

Ancak sanki Santiago Katedralinde şamanlık hissetirilmeyecek kadar Katoliklik daha ön palan çıkmış ya da çıkartılmaya çalışılmıştı. Ya da bana öyle gelmişti.

Öte yandan gezip gördüğüm Latin ülkelerinin şehir merkezlerinde, İspanyol fetihçilerin bugün bile gösterişli duran katedrallerinin yanı sıra, duvarları, pencere ve kapı başlıkları kabartmalı göz alıcı binalar olarak yükselen kolonyal mimarileri hala ayaktaydı. Latin şehirlerinde olduğu gibi Santiago’da da şehrin kimliği, yüzü bu kolonyal mimariydi. Şehirlerin en görünür yerlerini süsleyen bu yapılar o denli sağlam inşa edilmişler ki; beş yüzyıldır birer muazzam tarih abidesi olarak ayakta kalabilmişlerdi. Dahası günümüzde turizm için birer darphane görevini üstlenmiş durumdaydılar.

Palasa de Armas’da Posta Binası

Meydana bakan Katedral binasının çevresinde, bu kolonyal binalar arasında Posta Binası, Cabildo (İspanyol Kolonisinde üyelerinin kimi seçilmiş, kimi atanmış belediye yönetimi) yerel yönetim binası (City Hall), Ulusal Tarih Müzesi ve Kraliyet Sarayı tüm ihtişamlşarıyla yer alıyorlardı.

Plaza de Armas’ın, Bandera Caddesine açılan köşesinde ise Paskalya adasındaki heykellere benzeyen ilginç bir insan-uzaylı karışımı figürü duruyordu. Meydanda turistlerin en çok fotoğraf çektikleri köşelerden birisi de burasıydı.

Plaza de Armas’ın devamındaki Bandera Caddesinde, yürüyüş yolları rengarenk desenlerle boyanmıştı.  Caddenin ortasına Yahudi yıldızını simgeleyen bir anıt kondurulmuştu.

Daha ileride caddenin iki yanındaki iki gökdelenin arasında havadan geçişi sağlayan, camdan bir tüp geçit vardı. Yükseklik korkusu olanlar için değil içinden yürüyerek geçmek, aşağıda caddeden yukarıdaki bu cam tüpe bakması bile oldukça ürkütücüydü.

Bandera Caddesinden sağa dönüp de ilerleyince önce pencere başlıkları oymalı gösterişli çok katlı bir başka taş bina kendini göstermişti. Gökkuşağı renklerine boyanmış yolların kesişti bir köşede, İspanyol sömürge döneminden kalmış harika bir yapıydı.

Allende ile birlikte.

Sokağın en sonunda yine güzel bir klasik bina olarak yer alan Adalet Bakanlığı bulunuyordu.

Beni en çok etkileyen heykel ise, Adalet Bakanlığın çaprazındaki meydanın köşesinde, sosyalist başkan Salvador Allende’yi yürürken gösteren heykeli oldu. Sanki az sonra canlanıp faşist general Pinochet’in askeri cuntasına karşı savaşırken öldüğü Başkanlık Sarayına geri dönecek gibiydi. Sırtında paltosu ve gözlüğüyle, işkence, baskı ve faşist saldırılara uğratılan sosyalist bir döneminin tarihini anımsatıyordu. Allende’nin heykeli aynı zamanda onunla fotoğraf çekilmek için gelen pek çok turistin de uğrak noktasıydı da.

Salvador Allende’nin heykeli. Arkada Adalet Bakanlığı binası

Uçak yolculuğum sırasında okuduğu Salvador Allende’nin kadın akrabası Isabelle Allende’nin “Ruhlar Evi” romanının askeri darbecilerin gerçekleştirdiği işkenceleri anlatan son yüz sayfası henüz düşüncemde tazeliğini koruyordu. Geçtim Allende’nin heykelinin altına. Bir anı fotoğrafı da ben çektirdim.

Başkanlık Sarayı önünde dev Şili bayrağı dalgalanıyordu.

Pinochet cuntası tarafından yapılan askeri darbe sırasında bombalanıp tahrip edilen ve sonradan tamir edilerek modern bir hale getirilen Sarayın arka cephesi, sanırım ön cephesinden çok daha gösterişliydi. Nitekim arka cephesindeki geniş alanda, mermerlerle kaplanmış iki büyük fıskiyeli havuz bulunuyordu. Havuzun yanında direklerin üzerinde yan yana dalgalanan Şili bayraklarına, ileride daha geniş bir başka alan üzerinde yer alan büyük bir bayrak direği üzerinde dev gibi bir başka Şili bayrağı eşlik ediyordu.

Başkanlık Sarayı arka cephesi.

Dışarıdaki bu iki fıskiyeli havuz boyunca sarayın bir ucundan diğerine yürüyerek karşı sokağa geçtik. Sokakta önce Kültür Bakanlığı binasının, sonra karşısında sarayın sokağa açılan gösterişli ahşap kapısının önünden geçtik.

Sarayın dört bir yanında ikişerli-üçerli nöbet tutan, tören elbisesi giyinmiş askerlerini, mensup oldukları ordunun bir zamanlar sosyalist olduğu için canına kıydığı Allende’nin heykeli, dev milli bayrakları, hem modern yapıları ve hem de kolonyal mimarinin taş binalarıyla baş başa bırakarak, oradan uzaklaştık.

(1)Saint Santiago’nun Türkçe karşılığı, “Aziz Santiago” anlamına karşılık gelir.


ŞİLİ YAKIN KISA TARİHİ

Peru, Bolivya ve Şili uzun yıllar İspanyol sömürgesi olarak valiler tarafından yönetilir. Her üç ülkede de İspanya’ya karşı bazen yalnız, çoğu zaman da güçlerini birleştirerek mücadele ederler. Uzun savaşlar sonunda bağımsızlıklarını kazanırlar.

1879 ile 1883 yılları arasında Peru ve Bolivya’ya karşı yapılan Güherçile Savaşında (Pasifik Savaşı da denir) Atacama Çölü bölgesinde dünyanın en büyük bakır madeni Chuquicamata bakır yatakları Şili birliklerince işgal edilir.

Böylece Bolivya hem maden yataklarını ve hem de ülkenin denize açılan kıyılarını kaybeder. Ve 1883 yılında Şili’ye karşı kaybedilen bu savaştan beridir, bugüne kadar Bolivya’nın denizle ilişkisi yoktur.

1891 yılında Şili deniz kuvvetleri, Şili Başkanı José Manuel Balmaceda’ya karşı ayaklanır ve 6 bin insanın öldüğü savaşı kaybeden başkan Balmaceda intihar eder.

Şili, 1893 yılında Arjantin’le sınır sorunları yaşar. 1902 yılında İngiltere Kralı VII. Edward’ın arabuluculuğunda, Patagonya ve Ateş Toprakları, Şili’ye 54.000 km², Arjantin’e de 40.000 km² kalacak şekilde barışçıl bir şekilde paylaştırılır.

Aralık 1978’de Arjantin ile Şili arasında Beagle Kanalı üzerinde canlıların yaşamadığı Lennox, Picton ve Nueva isimli 3 adada yüksek petrol rezervleri olasılığı nedeniyle iki ülke yeniden savaş hazırlıklarına girişirler. Bu kez Vatikan araya girer. 1985 yılında bu 3 ada Şili’ye bırakılarak anlaşma sağlansa da, hem Arjantin ve hem de Bolivya ile zaman zaman sınır tartışmaları alevlenerek hala devam etmektedir.

Şili’de askeri faşist darbesinin organizatörü ve en büyük destekçisi ABD ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger faşist Pinochet ile birlikte

SOSYALİST ALLENDE- FAŞİST PİNOCHET

1969 yılında endüstrinin devletleştirilmesi ve büyük arazi sahiplerinin arazilerinin istimlak edilmesi sözleriyle, komünist, sosyalist, solcu ve hümanist küçük partilerden oluşan UNIDAD POPULAR (UP) Şili’de bir seçim koalisyonu kurar.

1970 yılkında, muhafazakar Jorge Alessandri’nin %35,3 ve Hristiyan Demokrat Radomiro Tomic’in % 28.1 oyuna karşılık, UP adayı Salvador Allende oyların % 37 sini alarak Devlet Başkanlığı’na seçilir. Allende‘nin azınlık hükümeti, bankacılık, tarım, bakır madenleri, haberleşme sektörlerinde peş peşe devletleştirmeler gerçekleştirir. Buna karşın ABD, Allende ve halk cephesi UP’nin seçim zaferini, Küba’dan sonra ikinci komünist ülkenin ilanı korkusu ve endişesiyle karşılar. (1)

1973 yılı seçimlerinde UP oy sayısını daha da artırır. Ancak 11 Eylül 1973’de bir ABD yanlısı askeri darbe ile binlerce Allende ve UP taraftarı tutuklanır. İlk anda o kadar çok insan tutuklanır ki, hapishanelerde yer kalmadığı için Stadyumlarda toplanır. Pek çok UP taraftarı ağır işkenceler altında öldürülür. Tüm devlet birimleri askeri birliklerce işgal edilirken, tüm yetkiler, kara, donanma, hava ve polis teşkilatı General Augusto Pinochet tarafından devralınır.

Kısa süre sonra askeri birlikler kuzey Şili’nin çöllerinde Patagonya’nın tenha buzullarında toplama kampları oluşturur. Binlerce Şilili, insan hakları ihlalinden dolayı yurt dışına kaçar ya da sürgün edilir.

ABD Pinochet‘in askeri diktatörlüğüne ekonomik destek verir. Karşılığında bakır madeni Chuquicamata hariç (onu da asker yönetir) tüm devletleştirilen sektörler geri özel’e devredilir. Neoliberal bir ekonomi politikası altında tüm sendikal haklar rafa kaldırılır. Sonuçta:

a…Ülkede zengin ile fakir arasında uçurum artar.

b…Ekonomik büyüme gerçekleşir

c… Bir yandan insan hakları ihlalleri yaşanırken, diğer yandan ekonomi istikrar kazanır

 

VİCTOR JARA VE VENSEREMOS

Öte yandan Víctor Jara’nın katledilmesi ama çeyrek yüzyılı aşkın bir süre sonra yargılanması ise bugün Şili demokrasisinin geldiği yeri tanımlar.

Önce Victor Jara kim onu tanıyalım…

O, Şili’de tiyatro ile başlağı sanat yaşamına müzikte yoğunlaşarak devam eden yoksul bir çiftçi ailesinin çocuğudur.  Politik fikirleri, müzik parçalarında önemli bir yer tutar. Birçok protest şarkıcı gibi o da sol fikirlere sempati duyar. Komünist partide, sanatçı bölümünün yöneticisi olur.

Seçimlerde Salvador Allende ile sol ittifak UNITAD POPULAR hareketi adına konserler verir. 11 Eylül 1973 askeri darbesinde tutuklanır ve Şili Stadyumuna götürülür. Gitar çalan elleri kırılır. O işkence görür ve bağır-çağır Venseremos’u söylemeye devam ederken, işkenceyle yetinmeyen darbeciler, Victor Jara’yı kurşuna dizerler.

Şili’deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev, Jara’nın son anlarını şöyle yazmış:

“…Víctor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Víctor’un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar…  „

Öldürüldükten sonra şarkısı Venseremos tüm dünyada sol, sosyalist ve komünist gençlerin dilinden düşmedi. Sanırım 1975-80 arası Türkiye üniversitelerinde eğitim gören Kıbrıslıtürk solunun da  yüksek öğrenimde en çok söylediği, ezberlediği şarkıydı Venseremos. İşte o şarkı:

Yırtıyor fırtına sessizliği

ufuktan bir güneş doğuyor

gecekondulardan geliyor halk

tüm şili türküler söylüyor

               ***

Venseremos, venseremos!

kıralım zincirlerimizi.

venseremos, venseremos!

zulme ve yoksulluğa paydos.

               *** 

Şili’de halk bugün savaşıyor

cesaret ve halkın gücüyle.

kahrolsun halkın katili cunta

yaşasın “unitad popular”!..

Víctor Jara‘nın cesedi, Santiago mezarlığı yakınlarında bir hendekte atılı bulunur. Bugün Santiago’daki mezarının kabri üzerinde “Zafere kadar” diye not düşülmüştür.

Yıllar sonra, cunta dönemi kapanıp da ülkede seçimler ve “yeni bir demokrasi” dönemi başladıktan, yani Victor Jara’nın öldürülmesinden 31 yıl sonra, askeri darbe sırasında stadyumda işkenceci subaylar aleyhine dava açılır. Dava uzun sürse de, 2012 yılında 8 ve 2014 yılında 3 eski toplam 11 subay suçlu bulunarak hapsedilir. Neden yazdım bunları?

Çünkü benzeri askeri darbeler, darbe dönemlerinde işkenceler, siyasal cinayetler Türkiye’de. yaşandı. Pek çok genç öldürüldü ve yüzlercesinin cesedi bulunamadı. Ama hiç kimse de yargılanıp ceza almadı.

 

  1. (1)1954 yılındaki ABD başkanı Eisenhower’in domino teorisine göre, yan yana dizilmiş domino taşlarından birincisinin (Küba Devrimi) devrilmesinin zincirleme bir şekilde diğerlerini devirmesi gibi, Küba ve Şili’den sonra diğer Güney Amerika ülkelerinin de komünizme geçeceğini düşünülür. Bu nedenle dönemin ABD rejimi, başta istihbarat örgütü CIA olmak üzere tüm askeri ve maddi kaynaklarını, Şili’de seçimi kazanan sosyalist lider Allende’ye karşı her türlü provokasyon, gösteri ve askeri darbe planlarını desteklemeye yönlendirir. Sonuçta General Pinochet’in askeri darbesiyle, demokratik olarak seçilen Allende ve sol ittifak UNITAD POPULAR taraftarları vahşi şekilde kıyıma uğrarlar.
Tepki göster
Bayıldım
1
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar