Bir süredir Türkiye Adnan Oktar’ın neden olduğu dalgalarla boğuşuyor. Tutun ki Fetö sonrası ikinci tsunami!
Ancak şaşırtan bir yanı var: “Adnan Oktar ve Kedicikleri” yeraltında olmalarına karşın neden “sürpriz” değillerdi? Ki geçmişte bazı programlarını Kanal 9’da izlediydim. Enteresandı.. İyi çalışılmış, tüm detaylar düşünülmüş programlardı.. Ve Adnan hoca kendini “beklenen son Mehdi” müjdelerinde pazarlıyor, bayağı da güldürüyordu!
Geçmişinde hapisliği de olan Adnan Oktar’ın, yıllarca kendini o Tv. programlarıyla ayan beyan teşhir etmesine karşılık; yeraltındaki “örgütsel yapısını” bunca yıl gizlemiş olacağına, doğrusu inanmak çok güç! Çünkü dikkatleri çekmeyecek, merak uyandırmayacak programlar değillerdi onlar! Hele de yazdığı kitaplar!
YOKSA zamanı zeminiyle kıvama gelmesi mi beklenmişti? Bugüne kadar “henüz operasyona müsait olmadığı” mı düşünülmüştü? Yoksa “dikkatini dağıtma” süresi henüz miadını mı doldurmamıştı ki gafil avlanabilsindi!..
Bilemiyoruz çünkü “derin devletin” ne zaman ne yapacağını tahmin edebilmek mümkün değildir zaten öylesi tahminler olsa “yapısallığının” affedilemez kusuru olur!
PEKİ bizde de benzeri “örgütler” yada kişiler var mıydı, geçmişlerden bugünlere gelirken?
Çapımız kadarına uygunluğu ve basitliğiyle evet! Allah sevgisi ile korkusuna sahip insan için “her şeyin Allah’tan olması, Allah tarafından münasip görülmesi” tevekkülün alın yazısıysa tabi ki olacaktı..
NİTEKİM rahmetlik dedemin babası İbrahim efendi Güney’deki Larnaka’nın varoşu Tuzla’nın hem “imamıydı” hem de medresede hoca..
Sadece kuran okurdu, kuranı bilirdi.. Oğlu ve dedem Ahmet efendi de “hafız” olarak yetiştiydi..
KISACA diyeceğim, “büyü” de yaparlardı, “muska” da! Kimselerin mealini bilmediği, anlamadığı “mırıldanmalarla” dualarını okurlar; yada “eski Türkçe” ile bir kâğıda yazdıkları duaları muska haline getirdikleri kese kâğıtları içine saklarlardı.. O muskalar çoğu erkek ve kadınlarda yıllar yılı kolyeler gibi boyunlarda asılı kalırlardı…
MAĞUSA’da şimdilerde anlatanı kalmadığından, akıllardan silinip gitmiş, bazı kadınların nasıl büyü yaptıkları efsane gibi anlatılırdı!
Gece yarısı ve dolunayın olmadığı karanlık gecelerde bazı kadınlar çırılçıplak olurlar, ata biner gibi bir kamışa binerler, Ayakserino yada mezarlıktan aldıkları toprakları Mağusa’daki Aslan Heykelinin bulunduğu yere dökerlermiş falan…
Adlarını da bilirdim ya yazmak gereksiz her halde.. Çünkü ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğu bugüne kadar hiç öğrenilemedi.. Buna karşılık bir iki “olayın” yaşandığı (bana göre) bir gerçek..
NEDEN hatırladım bunları. Zaman, dünya, uygarlık falan istediği kadar değişsin, modernleşsin, akıl duyguların önüne çıkarken, mantık her bir şeye galebe çalsın..
Mistisizim hep devam eder! İnsanlar “mucizeler” bekledikleri sürece de devam edecek.. Adı ister “hurafe” olsun ister “büyü yada büyücülük!” Dünyada “çaresizlikler” yaşandıkça “çareler” de hep aranacaktır.
BİR gün Adnan Hoca gibi bir “kurtarıcı mehdi” rolünde çıkacaktır sahneye, bir gün kamış üstünde çırılçıplak koşturan bir cadı! Bazen “okunup üflenip kutsanmış bir muska” olacaktır kolye gibi boyunlarda taşınan, bazen bir dua olacaktır mırıltılarda..
KEŞKE Adnan hoca kedicikleriyle oynaşan bir “mukallit mehdi bozması” olarak kalsaydı. Ne güzel eğleniyorduk programlarıyla..
Meğer adamın yemediği herze çevirmediği dolap kalmamış! Çete başı da olmuş, mafia babası da! Eh! Müstahaktır, su testisi su yolunda kırılır!
***
MAĞUSA’dan söz etmişken yazayım. Biz “eskiler” surlar içi Mağusa’sını sadece bir “kalanın kasabası” olarak görüp kabullenmedikti. Bir gün bu kasabanın o kalesi içindeki yıkık dökük kilise kalıntılarıyla çok önemli bir yerleşim yeri olacağına da inandıydık. Öyle hayal ettik öyle yaşadık geçip giden zamanlardaki bu kasabayı..
İnsan doğup büyüdüğü yeri her halde anası babası kadar sever.. Nitekim uzun yıllar sonra “ayaklarımın basmadığı yolu, ellerimin değmediği taşı kaldı mı ki diye sorarım kendime.. Ve abartılmış bir duygu selinde Namık Kemal’in, “taş, taş, taş” dediği bu kasabaya “benim kasabam” diye bakarım..
BU nedenle şimdilerde çok seviniyorum. Çünkü Mağusa parça körçe olsa da hisarları kiliseleriyle birlikte sürekli restore ediliyor, değerleniyor, güzelleşiyor…
Surlar içinde bazı eski evler yeniden onarılıyor.. Turistler için lojmanlar yapılıyor..
Dahası artık hep hayal ettiğimizce her gün otobüsler dolusu turist ziyaret ediyor Mağusa’yı. Henüz onları “turizmin gerek ve gereçleriyle ağırlayamıyoruz” ama azalmadan çoğaldıklarını görmek bile gelecekler yönünden, “bir gün çok daha güzel olacak” diye düşünüyorum.
YENİ bir kuşak genç bir jenerasyon yetişti Mağusa’da.. Ellerinden gelen ne varsa yapmaya çalışıyorlar. Nitekim bu “değişim” de ister AB kaynaklı ister BM’ler katkılı olsun, bu “yeni jenerasyonun” eseri.. Uğraş verenleri kutlamak boynumuzun borcu olmalı..
ANCAK! Sen ey Kıb-Tek! Sen ey Eski Eserler dairesi! Sen ey kaymakam, belediye başkanı!
Gidin “surlar içine” size ait sorumluluk ve yetkinizde olan ne varsa görün! Elektrik tellerinin havalarda ve muallakta sarktıklarının çirkinliğinden tabelalar rezaletlerine kadar.. Yollarının pejmürdeliğinden eski evlerin yarattığı pisliklere.. Boş arazilerdeki çirkin görüntülere kadar.. Bakın fakat görün ve sorgulayın kendinizi! “Ne verdik surlar içi Mağusa’sına” diye!