Korkuyorum, hem de çok… Çocuklarım büyüdü büyüyeli içimde büyüyen korku uçurumu derinleşiyor. Bu korku sadece benim çocuklarımla da alakalı değil.
Onlar temsili. Çocuklarımızın büyümesi, gelişmesi, değer yargıları, vicdanları konusunda büyük kaygılar taşıyorum. Gün geçmiyor ki gündemde kadına şiddet, cinayet, taciz, tecavüz vakaları olmasın. Gün geçmiyor ki hayvanlarla ilgili dehşet görüntüleri evlerimize ulaşmasın. Ya çocuklar, çocuklarla ilgili yaşananlar. Kan donduran, insanlıktan utandıran türden. Sanki dünya bir cehennem olmuş, insanlar da cellat, bu dünyayı yaşanmaz kılmak için ellerinde geleni artlarına koymuyorlar. Bu kadar genelleştirmemin nedeni, bu haberlerin, olayların yaygınlığı. Ben yapmazsam, sen değilsen, hiçbirimiz kötü insan değilsek peki bu kötülükleri yapanlar kimler? Hayvanları kim zehirliyor? Çocuklara, kadınlara kim tecavüz ediyor? Kim öldürüyor, kim hak yiyor? Kim aç bırakıyor insanları? Peki dünyada onca açlık, fakirlik varken kimler saraylarda, lüks içinde yaşıyor?
Korkuyorum, bu haberlere çocuklarımızın alışmasından. Bu cinnet, dehşet, vahşet haberlerini sıradan karşılamalarından korkuyorum. Kötülüğe alışmalarına, iyiliğin bir lüks olduğuna inanmalarından korkuyorum. O kadar sık, o kadar rahat yapılıyor ki kötülükler. O kadar hayatımızın içine girdi ki, yaşamın sanki en büyük bölümünü oluşturdu.
Herkes bu durumdan şikayet ediyor. Herkes vicdandan, iyilikten, isyandan bahsediyor? Pek ben değilsem bu kötülüğü yapan, komşum değilse, ailemden hiçkimse değilse, iş yerimdekiler değilse, sen değilsen, o değilse, seçtiklerimiz hiç değilse bunca kötülük bu ülkede/bu dünyada nasıl olabiliyor?
Çocuklar birer proje. Oynamayı, hayattan zevk almayı çok gördüğümüz çocuklar not peşinde. Bizim doymak bilmez hırslarımızın kurbanları onlar. Kazandıkları okul, aldıkları puanlarla değerlendirdiğimiz o müthiş varlıklar yalan hedefler üzerine, maneviyattan uzak, değer yargıları oynak bir düzlemde büyüyorlar. Sokaklardan, oyunlardan, dostluktan, arkdaşlıktan uzaklaşarak. Ev, araba, cep telefonu, kıyafet yarışı başlıyor sonra. Sahte hedeflerin peşinde uyuşturucular, depresyon ilaçları, kavgalar, hırslar ve büyütemediğimiz insanlar…
Kemal Sayar Ruhun Labirentleri kitabında “Psikolog Philip Cushman, İkinci Dünyâ Savaşı sonrasında ABD’de benliğin bir ‘boş benlik’ olarak tanımlanabileceğini söylemektedir. Bu benlik, topluluk, gelenek ve paylaşılan anlamın yokluğunu yaşantılayan benliktir. Görünüşte böylesi bir sosyal yoksunluk ve sonuçlarını kayda değer bulmayan ‘boş benlik’, bu yoksunluğu süreğen bir duygusal açlık olarak cisimleştirmektedir. Benlik boştur zîrâ âile, toplum ve gelenekle irtibatını kaybetmiştir. Bu benlik çağının yabancılaşma ve parçalanmasına karşı durabilmek için, tüketim mâlzemeleri, kaloriler, yeni yaşantılar, politikacılar, romantik sevgililer ve empatik terapistler tarafından doldurulmayı arzulamaktadır. Bu iç boşluk kendini farklı biçimlerde gösterebilir: Azalmış özsaygı, değer karmaşası, yeme bozuklukları, madde kötüye kullanımı ve kronik tüketicilik gibi. Kişiler ahlâkî tutarlılığı önceleyen bireyler olmaktan çıkarak başkaları tarafından beğenilmeyi önceleyen bireylere dönüşür. Ahlâkî olarak doğru olanı yapmak yerine, başkalarını cezbederek onların beğenisini kazanma hayatın temel amacı olur. Benliğin boşluğunu reklâm endüstrisi ve psikoterapi kurumu doldurmaya sıvanmaktadır. Reklâmlar tüketiciye bir ürünle hayatlarının değişeceğini vadederler. Tüketici ya reklâm edilen ürüne sâhip olarak ya da onu tüketerek büyüsel bir dokunuşla dertlerinden sıyrılacak ve reklâmdaki modelin yerini alacaktır. Reklâmlar hayatlarından memnun olmayan insanlara hayat tarzı satmakta, bir ürünle birlikte âni ve yanılsamalı bir dönüşüm vaâdinde bulunmaktadırlar. İnsanları bu yanılsamaya yönelten ‘boş benlik’tir; benlik ancak bir ürün, bir ideoloji, bir şöhret veya maddeyi içine alarak, onunla bütünleşerek açlığını gidermekte ve boşluğunu doldurmaktadır. Yoksa darmadağın olacak ve değersizlik duygusunun uçurumundan yuvarlanacaktır. Gerçek hayatlarından hoşnut olmayan kişiler için tüketmek yeni bir kimlik, yeni bir hayat edinmektir. Doğru diş mâcununu kullanmak veya güçlü bir siyâsî liderle özdeşleşmekle, tüketici kişi, benliğini büyüsel bir biçimde dönüştürür, farklılaştırır.”
Kitapla beni buluşturan en önemli paragraflardan biri olmuştur bu. İkinci dünya savaşı sonrasında yapılan bu gözlemin şimdi yaşanılanlarla örtüştüğünü görüyorum. Arayışlar, intiharlar, madde bağımlılığı, anlamın değil aracın peşinden giden yığınlar, tüketim piyasasına teslim olan oradan oraya sürüklenen insanlar.
Bunları düşünmek, hissetmek, anlamak ya da anlamaya çalışmak. Dostoyevski’nin deyişiyle Büyük Engizisyoncu’su ise KAMU’ya teslim olup kendi benliğini, ruhunu kaybeden insanların sahte arayışları arasında yaşamın anlamını sorgulamak. Mutluluğu etrafın, kamunun doğrularında ve bakışlarında değil, kendi namus ve ahlak doğruları ile yakalamak. Birbirine benzemeden, benzeşmeden, özel ve tek kalarak, benliğine sahip çıkarak yaşayabilmek….
Kitabın bir yerinde şöyle diyor Kemal Sayar: Gâliba son birkaç yüzyıldır hep aynı soruyu soruyoruz. Bütün yazılar, bütün düşünüşler gelip o suâlde düğümleniyor: Bize ne oldu? Ama bu da aradan geçen zaman itibariyle gitgide anlamını yitiren bir suâl. Belki şu günlerde gereksindiğimiz şey bir ‘netlik ayârı’ndan başkası değil. Az önceki soruya dönersem, gâliba asıl suâlin, evvel emirde cevaplanması gereken suâlin şu olduğunu sanıyorum: Biz kimiz?
Sorulması gereken, yanıtlanması gereken ve peşine düşülmesi gereken soru işte bu. Biz kimiz? Yeniden başlama noktamız bu olabilir. Düşünmeye bu soruyla başlayabiliriz.
AĞIR KAN KAYBIYIZ (*)
Yorulduk, ha düştük ha düşeceğiz.
Neye yarar dağlarda tüten kekik kokusu?
Yahut gözleri sevdaya kesen iki hecenin doğru oluşu?
Yorgunuz, terkedilmişiz, kesikler içindeyiz
Yitik, yalnız, yaralı bir şarkının durmadan tekrarlanan nakaratıyız
Ne yapsak değişmiyor: Ağır kan kaybıyız
Yönsüzüz, rotasız ve pusulasızız
Zeytinsiz, alıçsız baharlara tutsağız
Yanıksız sevdaları sararız terimizde
Tenlerimizi kemiren bedenlere yorganız
Baharsız ve aşksız, ezbere bir makamız
Ne yapsak değişmiyor: Ağır kan kaybıyız
Ağır-aksak-tutsak düşler ufaladık
Yok sarmadık yaralarımızı, tuz basmayı becerdik
Yok dinmedi acılarımız, unutmayı denedik
Gitmedik, gidemedik, adımızı bilmedik
Yaktık haritaları, tükettik Mayısları
Yürüyoruz savruk ve buruk ve yalancıktan
Dört yanımızda kan, kin ve savaş kokusu
Yitik, yalnız, yaralı bir şarkının durmadan tekrarlanan nakaratıyız
Ne yapsak değişmiyor: Ağır kan kaybıyız.
b.b.
(*) Attila İlhan’in şiir başlığı.