GÖÇ ETMİŞ BİR ÇOCUKLUK - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 19, 2024
Köşe YazarlarıSürmanşet

GÖÇ ETMİŞ BİR ÇOCUKLUK

Bedia BalsesBedia Balses

Sevgili çocuğum,

Yaşın, boyun, ırkın, dilin, dinin ne bilmiyorum. Rengin  belki beyaz, belki siyah, belki arası. Kimbilir belki de saçların sarıdır, siyah ya da kınalı. Bukle bukle mi, kıvır kıvır mı bilmem. Belki de düz, okşanası.


Çocuğum, kucaklamak isterdim seni, bütün dünyayı kucaklar gibi. Dünyanın bütün büyükleri olarak, atılan her bomba, her silah, her kurşun için af dilemek isterdim senden. Her ölüm, her göç, her acı ve seni incitmesinden korktuğum her kelimeye sığan kötülük için, özür dilemek isterim. Bu kadar acı, bu kadar ölüm, haksızlık, açlık, adaletsizlik bir özre sığar mı? Bilmez miyim? Yine de affet çocuğum…

Ben de çocuk oldum elbette. Bilirim çocuk olmanın güzelliğini. Sokaklarda rüzgarlarla yarışan, bahar kokulu, zeytin gözlü çocukların zamanında, masmavi denizler ortasında, bir türlü bölüşülemeyen Kıbrıs’ta çocuk oldum. Savaşla ikiye ayrılan ülkemin güneyinde doğdum. Sana bu satırları doğduğum yerden değil, aynı ülke içinde göç ettiğim ikinci yerleşim yerimden yazıyorum. Savaş olduğunda küçüktüm. Sadece annemin ağlayışlarını hatırlıyorum o günlerden. Bir de silik birkaç hatıra kaldı bana doğduğum ve göç ettiğim köyden.

Arkadaşlarımı, Türkçe’den sonra ana dili gibi öğrenmeye başladığım Rumca’yı hatırlayacak yaşta değildim göç ettiğimizde. Yüzleri, ikinci dili, köyümüzü, evimizi, panayırları ve parçası olduğum herşeyi unuttum sonra. Annemle babam, ben ve kardeşlerime yeni bir ev göstererek “işte bu yeni evimiz” dediler. Sokaklar, mahalleler, insanların çoğu, evler ve kokular farklıydı artık. Arkadaşlarım yoktu. Mahallemizin köpeği, kedisi, komşularımız yoktu. Bahçemizdeki yenidünya ağacı bile yoktu. Babamın kendi elleriyle yaptığı salıncağımız da “diğer” tarafta kalmıştı. Herkes etrafta sahipsiz evlere giriyor, eşya buluyor, yeni! evine taşıyordu.


Bedia Balses

Savaşın ve adanın bölünmesinin üzerinden birkaç yıl geçmişti. Aylardan Ağustos olmalıydı.  Çok sıcak bir hava vardı ve etraf sinek doluydu. Ablamla yine dışarıya oynamaya çıkmıştık. Ben 5, o ise 8 yaşındaydı. Annemle babamın “boş evlere girmeyin, evden çok uzaklaşmayın” uyarılarına rağmen mahallemizde kimsenin kalmadığı ve tüm çocukların korktuğu o eve gitme kararı aldık. Yasak olduğu için mi bilmem her mahalleli çocuk gibi orayı çok merak ediyorduk. Çocuklar kendi aralarında o eve ait gizemli hikayeler uydurur, oraya giden çocuğun cesur olduğu konuşulurdu.  Bahse mevzu ev çoktan boşaltılmış, içinde işe yarayan ne varsa alınmıştı. Öyle söylerdi babam. Ganimet sözcüğünü ilk öğrendiğim zamanlardı.

Saçları örgülü, siyah saçlı, kahve gözlü, yanık tenli, incecik iki kız çocuğu el ele tutuşarak girdik o boş eve.  Etraf loştu ve garip bir koku vardı evin içinde. Örümcek ağları, ölmüş böcekler ve büyük bir ihtimalle kenara köşeye kaçışan fareler, hamamböcüleri de vardı odalarda. Korku içinde etrafımıza bakınıyorduk. Ev küçük odalardan oluşuyordu. Koridordan geçerken sağa sola baktığımızda kutu gibi olan odaların saman ve balya ambarı olarak kullanıldığını anladık. Odaların köşelerinde çürümüş ve etrafa saçılmış buğday ve arpa taneleri, tavanında ise kuş yuvaları vardı.

Evde birkaç kırık dökük eşya dışında hiçbirşey yoktu. Büyük ihtimalle oturma odası olarak kullanılan odada ise yan dönmüş ve camı kırılmış bir aile fotoğrafı asılıydı. Belli ki o fotoğraf alınmaya değer bulunmamış, evin sahipleri ve hatıraları o duvarda terkedilmiş olarak savaşa, göçe, acıya tanık olarak bırakılmışı. Bugün bile o fotoğraf hafızamda kazılı durmaktadır. 5 yaşındaki bir çocuk olarak o aile fotoğrafını belleğimde hep sakladım. Çünkü o fotoğrafta kendime çok yakın birşey görmüştüm. Teni tenime, boyu boyuma benzeyen ben yaştaki bir kız çocuğu bakıyordu fotoğraftan yüzüme. Onun da gözleri zeytin, saçları siyahtı. Fotoğraf siyah beyazdı ancak belli ki kız bizim gibi esmer tenliydi. Elinde bir bebekle poz vermişti. Hatta sıkı sıkı sarılmıştı bebeğine, gülümseyerek.

Savaş hem onu hem beni oyunlarımızdan, oyuncaklarımızdan koparmıştı. Onun Rum, benim Türk olmamız mıydı bu savaşı yaratan? Hepimizi yerinden, evinden, sokağından, sevdiklerinden, oyuncaklarından, eşyalarından ayıran şey bu ayrım mıydı? Oysa hem annemin hem babamın çok iyi arkadaşları vardı. Babam Rumca şarkılar söyler, şiirler yazardı. Sık sık  Rum komşular, arkadaşlar da evimize gelirdi. Kötülük başka bir yerde olmalıydı. Peki o zaman bu savaşı çıkaran kötülük kimin içindeydi?

Dışarıdan annemin bizi çağıran sesini duyduk. Sesi biraz endişeli biraz da sinirliydi. Gitmeliydik yoksa bize kızacaklardı. Savaş bitmiş, etraf sakinleşmiş, yeni köye yerleşmiş olmalarına rağmen henüz kendilerini köylerinde, mahallerlerinde, evlerinde, kısaca güvende hissetmiyorlardı. Bir yere ait olmanın duygusunu çocuklarına veremiyorlardı. Babam geceleri defalarca odamıza gelir, kapıları kontrol ederdi. Annem her gece rüyalarını göç ettiğimiz diğer köyümüzde görür, sabah kalktığında kahvaltı masasında ağlayarak anlatırdı rüyalarını. Kendi elleriyle temellerini kazdıkları evlerini, Bayramlarda gittikleri Hala Sultan Tekkesi’ni, Tuz Gölü’nü, hurmacıkları, İskele Deniz Panayırını ve geride kalan dostlarını, köyünü, anılarını bıkmadan usanmadan anlatırlardı.

Annem bir kez daha, bu kez sesini daha da yükselterek ve sabırsızca yeniden ismimizi çağırdı. Ablamla ben telaşlandık. Bu tenha evden hemen çıkmalıydık. Yoksa fena halde azar işitecektik.  Çabucak odadan çıkmayha çalışırken samanların arasından ayağıma bir şey takıldığını hissedip duraksadım. Babam bu konularda bizi daima uyarırdı. Böcek, yılan olabilir, belki kesici bir alet bu tür terkedilmiş ve boş evlerde bulunabilirdi. O yüzden ayağıma takılan şeyden ablamla birlikte çok korkmuştuk. Biraz da endişe ile eğilip ayağıma takılan şeye baktık. Bu bir bebekti ve bizim bulabileceğimiz en harika şeydi. O kadar çok sevinmiştik ki, ablamla birbirimize sarıldık. Gazetenin birinde reklamını gördüğüm ve babamın bize almak için parasının çıkışmadığı o muhteşem bebek şimdi ayaklarımızın içinde bize bakıyordu.  Sarı saçlı, mavi gözlü, kocaman kirpikleri olan, elma yanaklı, güzel kıyafetli bebeğe sıkıca sarıldım. Annemle babam ne kadar kızsa da, bulduğunuz hiç bir şeyi almayacaksınız diye kesin bir dille uyarsa da bunu alacaktık. Bebeğin saçlarındaki o ağır sentetik kokuyu bile ne kadar sevdiğimi hala hatırlarım. Bebeğin üzerinde biraz darbeler vardı ancak hiç umrumda değildi. Ablamla sevinç içindeydik. “Eve gidip onu yıkayıp saçlarını tarayabiliriz” dedi ablam. Bebeğimi kucağımda sıkıca tutarak kapıdan çıktım. Ancak ablam dışarı çıkmamıştı. Onu arkamda görmeyince biraz telaşlanarak “aba, nerdesin?” diye seslenip odaya yeniden girdim. O olmadan kendimi güvende hissetmiyordum. Artık akşamüzeri olmuştu ve annem bize fena halde kızacaktı. Odanın içine girdiğimde ablamın, duvardaki camı kırık ve yamuk duran fotoğrafa baktığını gördüm. Beni görünce “bak” dedi ve fotoğrafı gösterdi. Küçük aklımla fotoğrafa daha bir dikkatle baktım ve ben yaşlarda, gülümseyen kızın elindeki bebeği farkederek elimde tutuğum bebeğe baktım. O an çok üzüldüğümü hatırlarım. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ablam üzüldüğümü görünce başımı okşadı. Beni kucakladı ve “hade eve gidelim” dedi.

Büyüdüm ama o günü hiç unutmadım. Bir başka çocuğun oyuncağına sahip çıkan, kendi evini ve oyuncaklarını da bir başkasına bırakıp, bir başkasının eve yuva diyen kimbilir kaç örnektik biz. Kimbilir o çocuk ne çok seviyordu bebeğini. O savaş günü kimbilir kaç Türk ve kaç Rum ailesi yaşamıştı bunları. Evinden çıkıp bir daha dönemeyeceğinden habersiz kimbilir kaç kişi göç etmişti yerinden, yurdundan. Bebeğini ardında bırakan o kız şimdi ne yapıyordu. Benim gibi hatırlıyor muydu o bebeği  o da?

İşte böyle çocuğum. Bu savaşların bitmesi, çocukların evlerini, yurtlarını terketmemesi, kimsenin ölmemesi için hepimizin borcu var sana. Savaşların durması için tüm büyüklerin çocukça bir yürek taşımaya ihtiyacı var. Büyüdükçe insanlar savaşı öğreniyorsa, milliyet, din, ırk ayrımı yapmadan tıpkı oyunlarda olduğu gibi, gülümseyerek yaşamaya ihtiyacımız var. Çocuğum, biz büyüklerin senden öğreneceği çok şey var. Affet bizi ve bağışla. Bir daha kimse kimsenin oyuncağını, hayatını, evini, köyünü diğerinden almasın. Bir daha savaş olmasın çocuğum, kimse insanların çocukluğunu çalmasın.

 

BEDİA BALSES

Alaşiya Mektupları Kitabından

Derleyen : Mine Ömer – Tamer Öncül

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar