Üşüyen Bir Yazı - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Çarşamba, Nisan 24, 2024
Köşe Yazarları

Üşüyen Bir Yazı

Bedia Balses

Soğuktan burnu kıpkırmızı olmuştu. Rüzgar, uğultusunu yüzüne bir tokat gibi çarpıyordu. Kendi boşluklarında kaybolan bir çocuğun resmiydi gecenin ortasında. Çelik gibi gözleri geceyi bir bıçak gibi kesiyordu ortadan. Sol yanağında bir acı seyiriyordu. Uzaktan bakıldığında bir şiiri anımsatıyordu. İçine kimseciklerin giremediği bir kesikti bu. Ne ilaç, ne pansuman hiç biri o yarayı kabuklandıramıyordu. Hiç bir gelen o eksiği dolduramıyordu. Terkedilmiş bir sonbahar sabahının izleri vardı yüzünde. Bir de hiç yanıtlanmayacak soruların yanıtları. İki kişilik bir ayrılık izleri vardı ona giden merhabalarda… tek kişilik bir açıdan çift kişilik bir acı topluyordu ve her artış keskin kenarlı yuvarlağın köşelerine taşıyordu.  Aşkın ötesinde tünemiş koca bir yalnızlık şarkısıydı o… Uzanıp tutabilecek kadar yakın, dokunup yitecek kadar uzağındaydı…

 


Sesinde kuyular vardı, sessizliğinde kuytular. denizler kadar derin yalnızlıklardan kopup gelen bembeyaz köpüklerin suskunlukları vardı yüzünde. yanlış kurgulanmış bir şiirin eksik cümlesi bir de… Sözcüklerle tamamlanamayacak yollardan hiç gelmeyecek şiirleri çağrıştırıyordu soğuğun ortasında. Gri paltosuna sarılarak çıktığı yolculuklarında tren rayları, vagonlar, istasyonlar, garlar, otobüs durakları, hava alanları, arabalar, gidip de getiren ne varsaydı ve ne varsaydı birleştiren hepsinin yolculuklarıydı. Gideni geri getirmeyen ya da hiç geri döndürmeyen birşeyler vardı bakışlarının ucunda. Karlı bir kış gecesinin sisli cam kenarıydı yanakları. O cam kenarını andıran soğuğa dayamak isterdi yüzünü ve hissetmek bakış açısındaki duygularını.

 

kalın dudaklarından çıkan öfkenin puslandırdığı hoyrat, küfürbaz kelimeleri vardı… İsminin yazılı oldugu sisli bir cam kenarında uzaga bakan bir cocugun fotografı kalmıstı yanına. ünlemler, üç noktalar ve parantezler taşırdı ceplerinde.. virgüllendiremediği şiirler naylondan ilişkiler karşısında öfke kusardı, köpükten sevdalar zamanıyla uyumsuz bir daldı o. Şiirler ona öyle yakışırdi ki o bile farkında değildi. Şimdi bu açıdan ona bakan bu cümleler bunu ona hiç söylemediler…

 

Uzak yollara bakan suskunluklarıyla şiirlerin içine gömerdi konuşmalarını. Kuyulara atardı harflerini kimseler bulmasın diye kurda kuşa yem ederdi. “kayıp çocuk masalları”ndaki hiç tamamlanmayan bir cümleydi o. Merhabası eksik, vedası gereksizdi.

 

Mıh gibi çakarak gözlerini geceye asardı ceketini olmayan bir ülkeye. Su gibi duru bir çocuktu o bakışının ayazından korkardı bütün kelimeler. Kaçmak için sebebi çokken bile ucundan tutuğu bir harfin peşine düşerdi çok zaman bu satırları yazan. sözcüklerini yanına alıp gitmeye hazırlanıyorken çocukluğundaki eksiklikleri karşılaştı. O kadar tanıdıktılar ki.

 

Hep gidecekmiş gibi bir gelişi vardı hep susacakmış gibi konuşması. onu var kılan bir yokluk ortasında bıryhrdu insanı. Ona dair cümle kurulması kadar zordu gözlerinin içindeki derin odacıklara bakabilmek. Gözlerinden süzülüp gelen sorularda perdeler çekiliydi kendine, içeriden kilitlenen bir kapının önünde kalmak gibiydi gri paltolu adamla yürümek. Bir hayale dokunmak gibiydi sözcüklerinin baş harfini hissetmek.

 

Yorulurdu susarken karşısında kaçmak gelirdi sonra bir daha konuşmamacasına . En güzel şiir yazılmamıştı henüz ve en güzel şarkı söylenmemişti daha. Hiç gelmeyecek ve hiç söylenmeyecek cümleleri vardı dilinde. Taştan daha sert setler çekiliydi önünde kelimelerce. Kapısına dayanmak olmazdı cümlelerinin. Soguktan burnu kızarmıs bir yalnzılık çekerdi insanı icine. Bir dehlize girer gibi ürkek gözlerinin karanlıklarından korkardı. Yabancılaşırdı hep tanıdık ve yakın gelen duygulara.

Yakınsa uzaktı.

Sıcaksa soguk.

Bulursa kaybederdi.

Bilirse unuturdu.

Yaşarsa öldürüdü.

Konuşursa sustururdu.

Yazarsa yırtardı.

 

Siyah bir kuş uçardı sözcüklerinin tepesinde. Alıcı kuşşlar gibi tünerdi başına korkular. Dağları beklerdi hep suskunluklar. Geceye dikerdi gözlerini kocaman ve karanlık ve de denizler kadar açılırdı karşısında konuşurken cümleler. Bir cümle bir başka cümleyi takardı peşine. Bir sonrakinin kilidini açardı her konuşmayan kelime. Çocukluğunun merdivenlerinden çıkarken bir kac basamak birden tırmanırdı basa basa eksik günlernin üzerine. Düşerdi kaç kez mavi bulutlara uzanan yokuşunda öfkesinin. Bahçedeki birkaç kuş cıvıltısı eşlik ederdi tırmanışına. Öfkeli ve yumruğu sıkılı bır çocuktu o kurşun gibi gözleriyle. Dünyaya meydan okuyan bir adamdı o. Yaşamın kaplama kağıtlı iliskilerinin içinde suskunluğu kalkanıydı onun. Dudakları öptüğü bütün dudakların yalnızlığıydı.

 

Tamlamalardan tam çıkmasa da çocukluğu dimdik bakardı yaşama. Hatta alayla, meydan okuyarak. Sustuğu kadar konuşan biri vardı hep gecenin içinde karşısında. Yalnız bir çocuğun bir başka yalnız çocukla kesişen yollarında bir merhabası vardı, sonu hep elveda ile biten.

 

 

 

ZAMANA ASILI SATIRLAR

 

Sustukça bitiyor muyum, yitiyor muyum? yoksa “O” mu oluyorum sustukça? Sustukça, bölüne bölüne gömülüyor muyum derine? Sesine seviş, sevişe savaş karışıyor mu, sustukça? Sessizlik, sensizlik… Sessizliği sensizlikle geçiştirme alıştırmaları yapsam da, tüm çözümlemeler ve örneklemeler dipsiz bir suskunluğa çıkmakta… Ben “kolay” mıyım, yoksa “olay” bir imge miyim söyle bana? Belki de bir cinayet saatinde elinde patlayan bir kurşun sesiyim en fazla Hani dişe, kalbe, düşe, kaleme dokunabilecek bir suskunluğum da oldu mu bilmem hiç kapında? Etinde, teninde, uç vermiş bir yara mıyım? Yoksa cız-cız eden bir şiirin en kayıp anlamı mıyım? Yandıkça küllenen, küllendikçe alevlenen, yanan bir kuş sesi miyim bu zamansız duruşmada? Bu şahitsiz mekanda bir kayıp lehçe miyim? Henüz bulunamayan bir yazı şekli miyim lugatında? Suskunluğun, suskunluğumu zorlamakta. Ben neyim? Nerden yapıldım? Beni doğarken şiir ile mi yudular, yoksa ruhumu hüznün balına mı bandılar? Hiç bitmeyecek bir mektubun en suskun yalanı mıyım? Yok sus konuşma. Konuştukça ben olursun sonra… Susma, sustukça sen olurum yoksa…

 

Yok sakın inanma. Sessizlikle neler neler anlatıyorum duysana? Saçlarındaki harfleri özgür bırak, korkma, senden daha iyi bakarım onlara… Sözlerine, yüzünde, sözünde, gözününde, yitirdiğin, bitirdiğin acıları batırsana. İğneyi bana, çuvaldızı sana denedim. Kalemim fena battı hiç sorma. Suskunluğun bir çengelli iğne gibi hala etimde durmakta. 29 harfin bir araya getirebileceği hangi sözcüğün bir tadımlık morfin etkisi taşımakta ha? Bir uyuşukluk ver, bir unutkan cümle gönder bana. Sesine taş mı koydum, konuşsana? Sesimi iki bıçak arasında bilettim, sen düştün payıma. Suskunluğun, hiç bitmeyen bir “sen” yaratsa da canımda, sesinin yankısı bir yağmur…

Islağım hala…

 

 

Başucu Kitaplarından

 

Asla teslim olmayacağını, kararımı zayıflatacak bir açık aramaya devam edeceğini düşündüm. Bir süre once hiç tartışmaya girmeden safdışı bıraktığım birkaç  uzlaşma formula sunmuşsa da, annemin ateşkesinin pek uzun sürmeyeceğini bilirdim. Yine de bu  yeni girişimbeni gafil avladı. Hiçbir sonuç vermeyecek bir savaşa hazır bir halde, öncekinden daha sakin verdim yanıtımı: “Bu yaşamda tek arzum yazar olmak, ona böyle söyle, olacağım da.” “O senin olmak istediğin şeyi olmana karşı değil ki, onun istediği bir yerden mezun olman.” Annem bana bakmadan konuşuyor, aramızdaki söyleşi onu pencereden izlediklerinden daha az ilgilendiriyormuş gibi yapıyordu.

“Neden bu kadar ısrar ettiğini anlamı“O senin olmak istediğin şeyi olmana karşı değil ki, onun istediği bir yerden mezun olman.” Annem bana bakmadan konuşuyor, aramızdaki söyleşi onu pencereden izlediklerinden daha az ilgilendiriyormuş gibi yapıyordu. “Neden bu kadar ısrar ettiğini anlamıyorum, asla teslim olmayacağımı biliyorsun,” dedim.

 

Anlatmak İçin Yaşamak

Gabriel Garcia Marquez (Can Yayınları)

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar