“SıçanKral” ve Londra Antlaşmaları - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Mart 29, 2024
Poli

“SıçanKral” ve Londra Antlaşmaları

 

Mete Hatay

Kıbrıs sorununu çözmek için yapılacak olan “Son Şans” adlı Cenevre Konferansıbana daha önce yayımladığım bir yazıyı hatırlattı. Bu yazı 1959 yılındaki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlayan Londra antlaşmalarının arka planını anlatmaktaydı:


 

Bu yazıyı yazmadan, acaba o döneme bakarak bugün için bir şeyler öğrenebilir miyiz umuduyla, oturup tekrar,o dönemle ilgili yazılmış en kapsamlı kitap olan, Robert Holland’ın, “Britain and the Revolt in Cyprus 1954-1959” (Oxford University press 2002) adlı kitabınıyeniden okumak zorunda kaldım. Bu makaleyidebüyük oranda Holland’ın kitabında kullandığı anekdotlar üzerinden kurgulamaya çalıştım. Londra konferansındaki arka plandaki olaylarıokurken, egemen güçlerin stratejik dayatmalarına karşı Kıbrıslıların uyguladığı taktikleri eminim siz de derin bir tebessümle gözlemleyeceksiniz.

 

Her şey, 11 Şubat 1959 tarihinde Yunanistan ve Türkiye arasında Zürih’te varılan antlaşmadan sonra, İngiltere hükümetinin yeni devleti kuracak antlaşmaların Kıbrıs halkı tarafından da kabul edilmesini sağlamak için 17 Şubat 1959 tarihinde Londra’da Lancaster House’da bir konferans düzenlemekistemesiyle başlayacaktı. Bu konferansa İngiltere, Türkiye ve Yunanistan haricinde Kıbrıs’tan toplum liderleri olarak Başpiskopos Makarios ve Dr. Küçük’ü(ayrıca Denktaş) de davet edecekti. İngilizler iki toplum liderinin imzalarıyla antlaşmanın inandırıcılığını ve sürdürebilirliğiniartırabileceklerine inanıyorlardı.

 

Herkes adeta diken üstündeydi. Kıbrıslı liderleri kollamak ve kontrol etmek tabii ki öncelikle “Anavatanlarına” düşüyordu. Makarios, Seyşel dönüşü Atina’da bulunduğu sürede yaptığı uzun tartışmalardan sonra, Karamalis’e antlaşmaya imza atacağına dair söz vermek zorunda kalmıştı. Tek şartı ise ileride İngiliz üsleriyle ilgili serbest söz söyleme hakkına sahip olmasıydı. Öte yandan kafasınınhala daha çok karışık olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Çünkü bu antlaşmayı başından beri Helenizm’in vereceği büyük bir taviz olarak görmüştü. Böyle bir “tavizi” halkına nasıl anlatacağını bilemiyordu. Kafasını meşgul etmekte olan onurunu ve şahsiyetini nasıl koruyacağı sorularına ek olarakbelki de hepsinden çok daha önemlisi,varılacak antlaşmaya Grivas’ın nasıl tavır takınacağıydı. Bu nedenden dolayı Londra’ya gelmeden önce antlaşmayı destekleme karşılığında Karamalis’ten, Grivas’ı pasifize etmesi için sağlam garantiler istemişti.Olumlu cevap almasına rağmen hala daha bazı endişelertaşımaktaydı.

Diğer yandan Sir Hugh Foot, Makarios’un beklenmedik bir şey yapmasını önlemek için ona Zürih anlaşmalarını kabul ettiğine dair bir deklarasyonuimzalaması için hazırlayıp götürmüştü. Makarios beklenenin aksine belgeyi hiç itiraz etmeden kolayca imzalayacaktı. Herşey yoluna girdi diye sevinilirken, Foot’un Makarios’u ikna etmek için deklarasyonda kullanmak zorunda kaldığı dil bu defa Türk delegasyonu kızdıracaktı. Zorlu’nun Konferanstan çekilme tehdidinden sonra, İngilizler bu defa onun ısrar ettiği bazı referanslarıda deklarasyona eklemek zorunda kalacaklardı. Bu Makarios’un hiç ama hiçhoşuna gitmemişti. Esasında bu konferans Holland’ın dediği gibi gerçekte antlaşmanın içeriği ile alakalı değildi. Bu konferans daha çok Kıbrıslıların bu dayatılan antlaşmaya olur verdiklerini gösterecekleribüyük bir seremoniydi.

 

17 Şubat’ta yukarda söz ettiğim nedenlerden dolayı tuhaf bir atmosferde başlayan toplantının ilk konuşmasını Yunanistan Dışişleri Bakanı Averof yapmıştı. Averoff konuşmasında, Yunanistan’ın antlaşmayı Makarios’tan aldıkları teminat üzerine imzalayacağını söyleyerek Kıbrıs’ın bu en saygın adamının antlaşmayı kabul ettiğini kendilerine bildirdiğini ve Kıbrıs’ın artık Yunanistan’ın iç siyaset meselesinden çok bir dış siyaset meselesine dönüştüğünü bildirecekti. Zorlu isekonuşmasında antlaşmanın bir bütün olduğunu ve içerisinden hiç bir maddesine dokunulamayacağını iddia ederek Yunan delegasyonundan daha katı bir pozisyon alacaktı (Holland 2002, s. 314-317).

 

İkinci gün ise Kıbrıslı liderlere ayrılmıştı. Herkesin bakışları Makarios’un üzerinde yoğunlaşmıştı. Salonda oturanların adeta nefesi tutulmuştu. Kıbrıslı Rum lider, siyah kaftanını tutarak ve diğer elindeki bastonuna dayanarak kürsüye çıktığı anda tüm salonu derin bir sessizlik kaplamıştı. Başpiskopos, “İngiltere’nin en nihayet egemenliğinden vaz geçmeye karar verdiğinden dolayı ortaya çıkmış bu tamamen yeni ve mutlu havayı” selamlayarak konuşmasına başlamıştı. Fakat hemen ardından herkesin korku dolu bakışları önünde antlaşmayı eleştirmeye başlayacaktı. Şikayetlerine baktığımızda ise Başpiskoposun itiraz ettiğibaşlıca maddeleri şöyle sıralayabiliriz:Kıbrıslı Türklere tanınan veto hakkı; Kıbrıslı Türklere verilen memurlukta kullanılacak %30 kota hakkı; İttifak antlaşması; Garantörlük antlaşmasında bulunan tek taraflı müdahale hakkı yani 4 yıl sonra Kıbrıs Cumhuriyeti’nin çökmesinden önce 1963’te değişiklik için sunacağı 13 maddenin hemen hemen hepsi. Bu maddeler tabii ki antlaşmanın ve özellikle Türkleri kollayan kısmının olmazsa olmazlarıydılar.

 

Konuşmasının sonunda ise Kıbrıslı Rumların “kabul et veya git” pozisyonuna sokulamayacağının altını çizerek, Zürih antlaşmasını ancak “nihai” bir çözümün “iyi” bir ön çalışması olarak kabul edebileceğini açıklayacaktı. Bütün salonu buz gibi bir hava kaplamıştı. Daha sonra kürsüye gelen Denktaş ise yapacağı konuşma ile havanın tekrardan ısınmasına tabii ki katkıda bulunamayacaktı. Zorlu’nun bir önceki gün söylediklerine benzer bir şekilde, Kıbrıslı Türklerin “Ya hep ya hiç” pozisyonunda olduklarını yeniden haykıracaktı Kıbrıslı Türk lider. Denktaş kürsüden heyecanlı bir şekilde bu antlaşmalardan bir adım bile geri çekilmeyeceklerini deklare edecekti. Zürih’te varılan antlaşmaların virgülüne bile dokunulmamalıydı.

 

İpler tamamen gerilmişti. Holland’ın deyimiyle “konferans Kıbrıs’a bir çözüm dayatacağına, aniden Kıbrıs’ın kendi bölünmüşlüğünün konferansa dayatılması tehlikesini doğurmuştu” (2002 s. 315)Öte yandan, Averoff, Makarios’a ateş püskürüyordu. İki Kıbrıslı liderin konuşmasından sonra tartışmaya müdahale etmek zorunda kalan Averoff, insanların fikirlerini değiştirebileceklerini ve Makarios’un fikir değiştirebilme hakkına müdahale etmeyeceğini söylemekle birlikte onun antlaşmayı daha önce gördüğünü ve imzaladığını açıklayacaktı. Averoff, antlaşmada kendisinin de beğenmediği yerler olduğunu ama sonuç olarak iki tarafın işbirliğinin devletin işleyişini engellemeyeceğini iddia etmişti. Zorlu ise Makarios’a teminat vermek için Türkiye’nin tek taraflı müdahale hakkını keyfi bir şekilde kullanmayacağınınsözünü verecekti. Zorlu ayrıca iki tarafında artık enosis ve taksim hedeflerinden vaz geçmesi gerektiğinin altını çizecekti (a.g.e ss.315-316).

 

Diğer yandan bütün bunlar yaşanırken İngiltere delegasyonunun en büyük korkusu ise adada kalacak olan askeri Üslerinin tekrardan tartışmaya açılmasıydı. Fakat iki taraf da daha çok güç paylaşımı ve Türklere verilen pozitif ayrımcılık taşıyan maddeler üzerinde tartışıyorlardı.

 

Holland kitabında, konferansın oturum başkanlığını yapan Selwyn Llyod’un bütün bu olanlar karşısında ABD elçisine, “eğer sıçanlar içine etmezse” çözümün çok yakın olduğunu iddia ettiğini, elçinin ise “Kral Sıçan’ın” Makarios’un ta kendisi olduğunu söylediğini ve İngiliz diplomatın “Kral Sıçan’ın” bu kapandan kurtulmasını engellemek için acele bir şekilde harekete geçilmesini önerdiğini ve bu doğrultuda hareket ettiğini yazar (a.g.e,  s. 315).

 

Llyod bulunduğu yerden herkesin şaşkın bakışları arasında konferansa katılan delegelerden konferansın başarısız olduğunu ve dağılmasını önerecekti. Makarios böyle bir resti beklemiyordu. Yüzü değişmişti ve sesi titriyordu. İngilizlerin böyle durumlarda blöf yapmadığını Harding’le yaşadığı ve Seyşel adalarına sürgüne kadar giden eski kararın ona nelere mal olduğu aklına getirmiştibelki de. Llyod,Başpiskopos birşeyler söylemeye kalkınca bu defa Makarios’un sözünü keserek, “Doğruyu söylemek gerekirse Başpiskoposun söyledikleri durumun özünü değiştirdi” diyecekti.  Makarios, “özünü değil sayın otur um başkanı” diye kendini açıklamaya çalışacaktı (a.g.e, ss. 314-317).Bunun üzerine Lloyd ona konferansta sunulan önerilerin nihai çözümün anlaşılmış temelleri olup olmadığını sorar. Makarios “temel demekle ne demek istiyorsun?” diye karşı bir soru sormaya çalışır. “İzin ver size anlatayım sayın Başpiskopos” diye söze başlayan Llyod hafif yukardan bakarak ve soğukkanlı bir şekilde şöyle diyecekti; “temel üzerine inşa edebileceğinbir şeydir, eğer ondan bir şeyler alırsak üzerine kuracağımız her şey çöker, temel demekle bunu demek istedim.”  Averoff müdahale ederek kurucu antlaşmalarıyla oynanmasının başka bir şey, anayasaya açıklık getirmeye çalışmalarının ise başka bir şey olduğunu iddia ederek yükselen tansiyonu kendince indirmeye çalışacaktı. Makarios’a istediği değişikliklerin daha sonra,yani devlet kurulduktan sonra yapılabileceğini, Makarios’un anayasa değişiklik çalışmalarınıo zaman daha rahat bir şekilde yapabileceğini ima ediyordu. Bu bana 1963 yılında Makarios’un aynı itirazlarını 13 madde halinde beklenilmedik bir cesaretle nereye dayandırarak sunduğunu göstermektedir.

 

Öte yandan Llyod ise köşeye sıkıştırdığı “Kral Sıçan’ı” salıvermek niyetinde değildi.  Konferansın devam etmesinin Makarios’a bağlı olduğunu söyleyerek onu köşede tutmaya devam edecekti. Makarios son bir hamleyle, eğer ona şimdiden bir cevap vermesini dayatırlarsa cevabının “hayır” olacağını söyleyerek Averoff’un da yardımıyla biraz düşünmek için ertesi güne kadar zaman istemeyi başaracaktı.

Sessiz bir şekilde Dolchester’deki odasına çekilecek olan Makarios, daha sonra geceyi dua ederek geçirdiğini iddia edecekti. Ama gecenin büyük bir bölümünü Karamalis ve Averoff’tan gelen telefonlara cevap vererekgeçirdiğini rahatlıkla tahmin edebiliriz. Hatta, o gece onu Kraliçe Frederika’nın da aradığını ve Yunanistan’ın iyiliği için anlaşmayı kabul etmesini istediğini de biliyoruz (2002, ss.314-18).

18 Şubat sabah tam dokuzda Makarios Kolonyal Office’ten Sir John Martin’e haber yollayarak Zürih anlaşmalarının tümünü kabul ettiğini bildirecekti. Makarios hiçbir şey olmamış gibi günün ilerleyen saatlerinde Karamalis’le karşılaştığında o ana kadar soğuk terler döken bu siyasetçiye, “gerçekten anlaşmaları imzalamayacağımı mı sandın?” diyerek incitmekten de kendini alamamıştı. Karamalis’in “ne idi o iki gündür yaptığın karışıklık?” sorusuna ise “nedenlerim vardı” diye esrarengiz bir tonla cevap verecekti (a.g.e, 314-318). Birçok yakından tanıyan kişinin de tahmin edebileceği gibi Makarios, antlaşmaları imzalamaktan kaçamayacağını biliyordu ama Kıbrıs’a ve sevenlerine son ana kadar direndiğini göstermek için büyük bir ihtimalle bu yolagitmişti. Unutmayalım müteveffa Başpiskoposun çok bilindik bir de ego sorunu vardı. Kendisi narsistik bir kişiliğe sahipti. Ona yalvarılması, ve en son sözü söyleyen kişi olması böyle kişiler için çok önemliydi.

Holland bu tür müzakere detaylarının hatırlanmasının önemli olduğunu yazar ve bu tür ayrıntıların bize Kıbrıs sorunun özünü de anlattığını iddia eder. Yukardaki sahnede “eksik olan tek şey şiddetti” der Holland (a.g.e). Ünlü tarihçi, hatta biraz elitist bir dil kullanmayı da göze alarak, Makarios’un “güvenilmez,”  “elastik” ve hesaplı “kalın kafalılığının,” onun köylü köklerini gösterdiğini iddia eder (a.g.e). Tabii orada herkesin yanıldığı şey, bu tip narsistikbir karakterin Lancaster  House’a çağırılarak belli dayatmalar sonrası çoğunluk toplumu(Kıbrıslı Rumlar) açısından birçok kısıtlamalar içeren bu sözde bağımsız devleti hazmedeceğinivarsaymalarıydı. Londra’da kurulan Kıbrıs ortaklık Cumhuriyetinin çökmesi veya başka bir deyişe tamamen Helenleşmesi için bizim “köylü kurnazının,”veya Amerikan elçisinin deyimiyle “Kral Sıçanın,” veya “Sıçan Kralın,” dört yıl daha beklemesi gerekecekti.

*Bu yazının bir farklı versiyonu 31.6.2015 tarihli Poli’de yayımlanmıştır.

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar