Hayatları evleri ile işleri arasında geçen insanların dünyası ne kadar olabilirdi ki? Dolayısıyle sorunları da o daracık dünyaları kadar olmalıydı değil mi?
Değil işte! Ömürler kasabaların köylerin sınırları içinde geçerdi ama “mücadele” etmeleri gereken sorunları o sınırlarını çok aşardı. Bu sadece Kıbrıs Türk halkı için değildi elbet. Çok uzağımızda olmayan ve 1940’larda başlık parasına kızlarımızı gelin verdiğimiz Filistin’de de öyleydi..
Nitekim sadece insanca yaşam mücadelesi değildi sürdürülen. “Özgürlükle egemenlikti” de. Mesela Rum toplumu kadar özgür olabilmekti. Ayni coğrafyayı, ayni havayı, ayni suyu paylaşırken ayni özgürlük ve egemenliği de paylaşmaktı gözlenen..
Ömürler iş aş para peşinde geçerdi ama gönüllere yetmezdi.. Bu nedenle 1960’lara kadar İngiliz sömürge yönetiminden en az Rum toplumuna gösterdiği güler yüzü göstersin isterdik Türk toplumuna da.. Kısaca ikinci sınıf bir toplum değil, Rum kadar olanaklara sahip olmayı isterdik. ***
ADI SİYASETTİ: Ki her doğan Türk çocuğu kendini tanımaya başladığında siyaseti de tanırdı. “Siyaset” denen kelime ise İngiliz sömürge idaresinde yaşarken Rum toplumu kadar iyi yaşayabilmekti. Onlar kadar iş sahibi olmak, paralı olmak, tüccar olmak, ticaret erbabı olmak, bağ bahçe sahibi olmak.. Dahası onlar gibi çocuklarını okutabilmek…
“Okumak!” Çok ama çok önemliydi.. Sularda boğulurken bile susuzluğu hiç geçmeyen büyük bir arzuydu! Çocuğunu okutabilen “bahtiyar” olurdu. Ötesi hayatlar hüsran!
Kolay değildi yaşamak. Sabahın karanlıklarında toprak damlı kahvehanelerin kapılarından yorgun yüzleri, uzamış sakallarıyla birer birer geçip hasır sandalyelerine oturup, kıyılmış yerli tütününden sarma sigaralarını fosur fosur tüttürürken, kuşkulu ve korkulu gözlerle etraflarına baka baka, kahvelerini “lüp lüp” diye çıkardıkları seslerle iki üç yudumda bitiren, başları mendille bağlı, sırtlarındaki gömleğin üzerine giydikleri kumaştan yelekleri, altlarında bol paçalı ve de yamalı, kemer yerine sicimle bağlı pantolonları ile çorapsız ayaklarını, arkasına basıp papuç gibi giydikleri paralanmış potinleriyle o insanlar… Tek bir şey düşünürlerdi: “İş, sonra aş!”
Nasıl olursa olsun, nerede olursa olsun, yeter ki iş olsun! Yevmiyesi de önemli değildi. Bir ekmek, yüz dirhem hellim, eğer yeterse bir yüz dirhem de helva alacak kadar olsun…
Ve sabahın yedi buçuğuna doğru kahveler boşanır, işi olan talihliler, işi olmayanlar aramaya koyulurlardı…
Tutun ki tek bir günün sabahına tek karede yansımış insan hayatları bu kadar sıradan ve ızdırap vericiydi…
FAKAT: O ıstıraplı, işsiz ve yoklukla yoğrulmuş hayatların insanlarını, “siyaset” sarardı hem de sıcacık sıcacık..
Neyin siyaseti? Var olmanın! Var olmak için insan gibi yaşamanın! İnsan gibi yaşayabilmek için sahip olmanın, patron olmanın, özgür olmanın, egemen olmanın siyaseti…
İster İngiliz’e karşı olsun ister Rum’a! En az onlar kadar olsun ama… ***
KOLAY GEÇMEDİ: Yılların ötesine dönüp baktıkta bugünü görmenin mümkün olmadığını görüyorum şimdi.. Eziyetle geçen hayatlar için bir ekmek parasını kazanmak bile külfetin büyüğü iken, özgürlük ve egemenlikle varoluşu kucaklamayı düşünmek kolay değildi elbet..
Fakat düşündüler: Zoru başardılar, adadaki Türk halkını “devlet” yaptılar ki şimdilerde “siyasi eşitliğe dayalı bir çözüm isteyecek, istenileni çekip kopartacak kadar…”
Bugünlere gelirken kimseler hayal kurmadı! Neyse gerçek, savunulup uğrunda savaşılan da o oldu..
…Bugün çok eskiye gittim. Tek bir fotoğraf karesinde tek bir ismi anmadan, insanlarımızın bir resmini göstermek istedim. Yıllar kolay geçmedi demek için! Bu nedenle diyorum. Devlete sahip çıkılmalı…