Partenon Kıbrıs’ta: Milliyetçilik ve geçmişi yeniden yaratma. - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cumartesi, Nisan 20, 2024
Poli

Partenon Kıbrıs’ta: Milliyetçilik ve geçmişi yeniden yaratma.

Mete Hatay
Mete Hatay

1901 yılında Atina’da yapılan bir foğrafçılık yarışmasında Kıbrıs’ı temsilen Foscolo adlı Levanten bir fotoğrafçı katılmıştı. Sanatçı yarışmaya Kıbrıs’ı simgeleyen bir kadın foto ğrafı göndermişti . Fotoğrafta, eski Yunanlılar gibi giyinmiş bir kadın; oturmuş bir vaziyette elinde bir çelenkle Partenon’u düşlüyordu. Partenon’dan gelen ışık ise kadının yüzünü aydınlatıyordu. Bu sahnede kadın tabii ki Kıbrıs, Partenon ise Yunanistan’dır. Yani kısacası resim bize “enosis” hayali kuran Kıbrıs adasını tasvir etmekteydi. “Kıbrıs ve onun rüyası” adlı bu resimle bir de ödül kazanan Foskolo esasında Rum asıllı değildi. İzmirli bir Fransız/levanten aileden geliyordu. Kıbrıs’a İngilizlerin daveti üzerine gelmişti ve Sömürge idaresinin fotoğrafçılığını yapıyordu. 1879 yılında Ermeni bir arkadaşıyla Limasol’daki ilk fotoğraf stütyosunu açmış kişiydi de. Kıbrıs’taki ilk kartpostalları da Foscolo’nun ürettiğine inanılır. Gerçi adada imkan yokluğundan dolayı uzun yıllar bu kartları Almanya’da bastırmak zorunda kalmıştı ama kart postalları her zaman Kıbrıs manzaraları süslüyordu..

Konumuza geri dönersek, bu fotoğrafta da görüleceği gibi, 19. Yüzyılda gelişen seküler Yunan milliyetçilerinin, milli tahayyül merkezi hep Partenon ve Atina olmuştu. Bizans ve Ortodoks geçmişi öne çıkartmak isteyen kilise ile de bu yüzden zaman zaman bazı çelişkiler ve çatışmalar yaşadıkları söylenebilir. Bu daha dindar kesimin milli merkez tahayyülü genellikle İstanbul’daki Ayasofya’da yoğunlaşıyordu. İşte bugünkü yazımda seküler Yunan milliyetçi tahayyülünün Kıbrıs’a olan yansımalarına bakacağım. Bir de Partenon ile ilgili bazı arka plan bilgiler vermeye çalışacağım sizlere. Partenon’un nasıl olup da en fazla öykünülen binalardan biri haline gelmesini de irdelemeye çalışacağım.


 

Partenon gibi anıt yapılara olan ilgi 18. Yüzyılla birlikte başlamıştı. Bu yüzyıl ayrıca arkeoloji disiplinin de doğuş dönemidir. Arkeoloji ilk dönemlerinden itibaren bilimle olduğu kadar, ideoloji ve politikayla da iç içe geçmiş bir alandır. Farklı beklentilerle geçmişe sorulan seçici sorularla ve bunlara farklı bölgelerde değişik yöntemlerle yanıt aranmasıyla ortaya çıkmıştır. İlk dönemlerde Avrupa’daki imparatorlukların genişleme çabalarına tarihsel neden sağlamayı amaçlıyordu. Medeniyetin havarisi olduklarını sanan Batı, özellikle, “Doğu’da” ortaya çıkartılan Roma/Helenistik tapınakları, heykelleri ve eski eserleri, onların atalarının birer ürünü olarak göstererek Doğu’nun “işgali altındaki” ata diyarlarında akrabalar aramaya başlayacaklardı. Bu yüzden yüzlerce aristokrat kendilerine “ait” olduğuna inandıkları bu eserleri adeta yağmalamaktan kaçınmayacaklardı. Orta Doğu ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu bu maceracı Avrupalıların saldırısına uğramıştı. Yüzlerce izinli ve izinsiz kazılarda çıkartılmış eserler, her geçen gün sayıları artan bu amatör arkeolog koleksiyoncuların konaklarını doldurmaya başlayacaktı.

 

  1. Yüzyılda ise tüm dünya coğrafyasını doldurmaya başlayan ulus devletlerin, devlet politikası olarak konuya ilgi duymaları, ilk başlarda onlar için çok önemli olan temel bir kaygıdan kaynaklanıyordu. O da, ulusun varlığının uzak geçmişe dayanan kanıtlarının aranmasıydı. Dolayısıyla kimlik sorununun çözümüne dayalı politik bir içerik taşıyordu. Bu yüzden koptukları imparatorluklardan ele geçirdikleri coğrafyalarda yoğun bir kazı işine girişeceklerdi. Artık herkes antik atalarını arayıp o coğrafyada kendini daha meşru bir zemine kazmak istiyordu.

 

Tekrar Yunanistan’a dönersek ve Osmanlı döneminde kendilerini Romeos/Rum diye adlandıran o bölgelerin insanlarının, bu maceracı arkeologlar gelmeden evvel antik eserlerle olan ilişkilerine baktığımızda ise farklı bir manzarayla karşılaşırız. Bu eserlerin etrafında yaşayan halkların çoğu bu tapınak kalıntılarının ve tarihi eserlerin çoğunun başka bir zamana ve başka birilerine ait olduğuna inanıyordu. Kilise ise onlara pagan kalıntılar olarak bakıyor ve bulunan heykelleri ya gömüyorlar ya da yok ediyorlardı. Yani kimse bu kalıntılara büyük bir önem atfetmiyordu. Onları sadece kullanışlı inşaat malzemeleri olarak görüyorlardı. Birçok değerli mermer yeniden kullanıma sokulmuş ve eski tapınak kalıntılarından kiliseler, camiler veya başka binalar inşa edilmişti. O dönemde Kıbrıs’a da gelmiş bu aristokrat kazıcılar, birçok kiliselerin duvarlarında çok değerli eski eser parçalarına rastladıklarını anılarına veya gezi notlarına yazmayı ihmal etmemişlerdi. O dönemdeki ada ahalisinden kimsenin Partenon’un adını bile duyduğunu sanmıyorum.

 

Partenon’un Batı Dünyası tarafından yeniden keşfi ise 1674’te ressam Jacques Carrey’nin yaptığı ellinin üzerindeki çizimle oldu. Carrey İstanbul’daki Fransız elçiliğinde görevli bir ressamdı. Bu dönemde tüm Osmanlı coğrafyasını dolaşmış ve Batı’nın ilgisini çekmeye başlayan Roma ve Helenistik döneme ait eserleri resmetmişti. Bu çizimler Paris’te düzenlenen bir sergiyle meraklıların gözü önüne serilince yüzlerce artist ve meraklı kişi Osmanlı imparatorluğuna akacak ve eski eser yağmasının boyutları çok büyüyecekti. Mesela Mısır’ı yağmalamaya giden bu maceracılar, daha sonra konaklarına yüzlerce mumya dolu tabutlarla gelmişler, talan etmedikleri mezar bırakmamışlardı.

 

Bu eserlere aynı önemi atfetmeyen köylüler ise artan taleple birlikte bu işten büyük gelir elde etmeye başlayacaklar ve yaşadıkları yerlerde kazılmadık yer bırakmayacaklardı. Bu arada tüm bu tarihi kalıntılar Avrupa ve Amerika’daki mimari üzerine de büyük bir etki yapacaktı. Bu dönemde Partenon batı medeniyetinin en önemli abidesi olarak ilan edilecek ve mimari esinlenmenin merkezi ve baş modeli olarak kullanılacak ve Batı’nın tüm şehirlerinde yüzlerce replikası inşa edilecekti. Kütüphaneler, mahkeme binaları, Belediye binaları ve Üniversiteler gibi medeniyeti simgeleyen yerlerin mimarisi artık tamamen Partenon’dan esinlenecekti. Tabii bu dönemde batıda yeniden yaratılan yüzlerce Partenonlar manzaraları süslerken, Atina’daki orijinal Partenon ise çok zor anlar geçirecekti.

 

Partenon milattan önce 450’lerde inşa edildiği bilinir. Dorik stilinde yapılmış bir tapınaktır. Yaklaşık bin yıl boyunca Atina’ya atfedilmiş bir pagan tapınağı olarak kullanıldıktan sonra Bizans İmparator’u Theodosius II tarafından tüm pagan tapınaklarının kullanımının yasaklanmasından sonra dini amaçlı kullanımına ara verilecekti. Yaklaşık bir asır sonra ise Partenos Maria yani Kutsal Bakire Mary adıyla kilise olarak kullanılmaya başlanacaktı.

 

Partenon muhteşem yapısıyla, kısa bir sürede Doğu Hristiyanlığın dördüncü önemli ziyaret yerine dönüşecekti. Birçok insan hacı olmak için orayı ziyaret etmeye başlamıştı. Bu dönemdeki ismi ise Theotokos Atheniotissa Kilisesiydi. Yaklaşık 600 yıl Ortodoks kilisesi olarak kullanıldıktan sonra 13. Yüzyılda Bizans İmparatorluğunu İşgal eden Latin Katolik Haçlıları tarafından Katolik kilisesine dönüştürülecek ve binaya bir de çan kulesi eklenecekti. Bina bu tarihten sonra yaklaşık 250 yıl boyunca Katolik kilisesi olarak kullanılacaktı. 1456 yılında ise Osmanlıların Atina’yı fethinden sonra bina tekrar Ortodoks kilisesine ve kısa bir süre sonra ise camiye dönüştürülmüştür. Eski çan kulesine bir ek yapılarak binaya bir de minare eklenmişti. Bina 1687 yılına kadar cami olarak kullandıktan sonra Venedik-Osmanlı savaşı sırasındaki savaşta çok büyük zarar görecekti. Orta bölümü orada istiflenen barut deposunun patlamasıyla birlikte havaya uçmuştu. Yaklaşık bir yıl süren Venedik işgali altında kalan Atina’daki eski eserlerin büyük bir kısmı işgalciler tarafından sökülüp İtalya’ya götürülecekti. Bir yıl sonra ise Osmanlı orduları kenti geri alacak ve yıkık Partenon’un ortasına kubbeli bir cami inşaat edeceklerdi. Partenon tekrar Müslümanlaştırılmıştı. Bu hal Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanana kadar da sürecekti.

 

1826 yılında bağımsızlığına kavuşan Yunanistan, ilk iş olarak Osmanlı döneminde yapılmış bütün ekleri temizleyerek Partenon’a eski havasını vermeye çalışacaktı fakat heykellerin yarısına yakını kaybolmuştu. Özellikle 1801-12 yılları arasında Lord Elgin isimli bir İngiliz aristokrat Osmanlı’dan izin alarak Partenon’un bütün mermer heykellerini ve eserlerini yurt dışına çıkartarak British Museum’a satmıştı.

 

Bu arada bu muhteşem yapıdan esinlenilmiş binalar haricinde Partenon’un yer aldığı resimleri, replikaları da her tarafı dolduracaktı. Bu tür Partenon’dan esinlenmiş yapıtlar 18. Yüzyılda başlayan philhelen tahayyülünü besleyen ve yayan önemli araçlara dönüşmüştü. Partenon demek yüce “Hellas” demekti

 

Kıbrıs’a baktığımızda ise bu tür Partenon ile ilgili tahayyülün daha çok İngiliz dönemiyle birlikte başladığını görebiliriz. İngiliz adaya geldiğinde başka ülkelerde moda olmuş Helenistik stilde yapılmış hiç bir bina yoktu. Yani Kıbrıs’ta dorik tapınaklar falan yoktu. Bizans’tan uzun yıllar kopuk kalmasından dolayı Kıbrıs kırsal kiliseleri bile daha çok Lefkoşa’daki gotik kiliseler benzemeye çalışıyordu. Bizans’tan ise çok az sayıda bir kilise kalmıştı. Tanzimat döneminde kilise inşaatı artmıştı ama çoğunun mimarisi Yunanistan’dakinden farklıydı. Bir de Neo Helenistik diyeceğimiz mimari hala daha kilise tarafından pagan geçmişi simgelediği için pek kabul görmüyordu. Bu durumda adadaki ilk neo Hellenistik eserleri İngiliz yönetimi yapacaktı. Ama onlar da bir süre sonra bu tip mimariden, adadaki Yunan milliyetçiliğini tetikleyeceği korkusuyla vaz geçeceklerdi.

 

Foskolo’nun 1901 yılında çektiği fotoğrafında görülen Partenon’u düşleyen kadını gösteren türdeki eserler ilk olarak adadaki orta sınıf ve eğitimli elit üzerinde etki yapacak ve Yunanistan’dan getirilen öğretmenlerle zirveye çıkacaktı. İlk etapta adada çok büyük binaları yapacak mimar ve yeterli maddi gücü elinde bulunduramayan Kıbrıs Rum toplumu, bazı ustaların kendilerini geliştirmesiyle birlikte Partenon’un ilk yansımalarını  evlerinin pencerelerinin üzerine yerleştirecekleri üçgen dorik çerçevelerle başlayacaklardı. Kapı kenarlarına inşa edilmeye başlanan sütunlarla devam edecek bu tür mimari anlayış zamanla Yunanistan’dan mezun olup Kıbrıs’a gelen Rum mimarların aracılığıyla toplumun kontrolünde ve sahibi olduğu daha büyük ve görkemli binalara da yansıyacaktı. Örneğin 1920’lerle birlikte tüm Rum okul binaları büyük bir dönüşüme uğrayacaktı. Özellikle orta okul ve lise binalarının girişlerini artık dorik tapınak modelleri süslemeye başlamıştı. Partenon’un ruhu yavaş yavaş tüm Kıbrıs’a hakim oluyordu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası Kıbrıslı Rum yeni zenginlerinin inşa ettikleri evlerin büyük bir kısmı küçük Partenonlara benzeyecekti. Partenon kılıklı Okul binaları, Kütüphaneler ve konaklar kısa sürede Kıbrıs’ın milliyetçi peyzajının parçası olacaktı. Paniğe giren İngilizler ise çok büyük bir çelişkiyle karşı karşıya kalmışlardı. Helen mimarisini Batı medeniyetinin sembolü olarak gören İngiliz Sömürge idaresi bu mimarinin anti kolonyal bir milliyetçi hareketin sembolü olmasıyla adadaki devlet binalarına farklı bir mimari anlayışı getirmeye çalışacaktı. “Melaj” yani melez bir anlayış. Biraz kırsal, biraz gotik, biraz oryantal ve biraz romanesque bir karışım..

 

Kaynakça:

Aydın, S., Arkeoloji ve Milliyetçilik Toprak Altından Kimlik Devşirmek, Arkeoatlas, 2010/1, sayı 7, 126-141.

 

Aksoy, B., Kültürel Kimlik Arayışında Arkeoloji Nerede?, Arkeoloji: Niye? Nasıl? Niçin?, Ege Yayınları, İstanbul, 2003, 149-155.

 

Given, M., Star of the Parthenon, Cypriot Melange: Education and Representation in Colonial Cyprus. Journal of Mediterranian Studies, 7: 59-82.

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar