Milli “refleks” ve tenceredeki kurbağa - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Mart 29, 2024
Köşe Yazarları

Milli “refleks” ve tenceredeki kurbağa

Terörist başıyla yapılan görüşmelerin tutanakları ortaya çıkınca, bir arkadaşımın emekli asker olan 80’lik babası “zamanında Anadolu’nun büyük bir bölümü işgal altında olsa da Atatürk’ün işi daha kolaydı” demiş. “En azından karşısında belli olan bir düşman ve arkasında da buna dur diyebilme cesaretini güçsüz de olsa gösterebilecek bir kitle vardı.”

Şimdi Türk kamuoyu nerede?


Olan biten karşısında büyük bir bölüm şimdilik duyarsız bekleyip görme modunda. Sendikalar ezik. Üniversiteler suskun. Yeni kuşak kendini kurtarma peşinde.

Azınlıkta olan bir bölüm de tedirginlikten endişeliye geçmiş durumda şaşkınlıkla izliyor. “İleri demokrasiden” dolayı ya sesini korkudan dolayı çıkartmıyor ya da sesini çıkartıyorsa da duyuramıyor çünkü medya da “uysallaştırıldı.”

Türkiye’de 10 yıl önce bugünkü bu gündemin mümkün olabileceğini düşünmek mümkün müydü?

Her şeyden önce toplum nezdinde bunun siyasi riskini almak mümkün müydü?

Terörü bitirmek adına AKP iktidarının yaklaşımını destekleseniz bile Türkiye’nin Kürt sorununa çözüm bulmak adına geldiği noktayı anlamak için toplumun içinden geçirildiği sürece bakmak lazım.

Türk kamuoyunun tepkisizliğini anlayabilmek için filmi 10 yıl geriye sarıp bugüne gelmek lazım.

Bugün gelinen noktanın oluşması için bir an için “toplumsal refleksin” yıpratılmasıyla mümkün olacağını düşünün.

Ve devamında da bu yıpratmanın nasıl yapılabileceğini düşünün.

Toplumların da insanlar gibi refleksleri vardır.

Toplumsal refleksin devamı için pekiştirme gereklidir.

Diğer temel kural da birincisinin tersidir.
Pekiştirme ve tekrar olmazsa toplumsal refleks yıpranır ve söner.

Peki, toplumsal refleksi yıpratmanın yolu nereden geçer?

Ülkenin geçmiş liderlerini, ulusun tarihini ve varlığının temelinde harcı olan kurumlarını tartışmaya açtırmaktan geçer.

Türkiye’de de böyle olmadı mı?

Konunun nereye varacağını ve daha da önemlisi toplum üzerindeki etkisini düşünmeden bir anda liderlerin, tarihin ve kurumların kıyasıya tartışıldığı bir ortamda kendimizi bulmadık mı?

Tartışılan konuların çoğunun sonu olmayacağını bilerek tartıştırıldı.

Ama tartışmanın sebep verdiği etki göz ardı edilerek demokrasi ve AB’ye uyum adına tartışmaya başlamadık mı?

Ulusal bütünlüğü koruyucu olan refleksi yıpratmak ve sonunda bir şeyleri kabul ettirmek istercesine bu yola girildi.

İlk önce devleti kuran liderlerden başlandı.

Atatürk.
O acaba bir diktatör müydü?
Sıradan bir lider miydi?
Müslüman mıydı? Yoksa sabetay mıydı?
Bunların hepsi tartışıldı.
Hatırlayın “Mustafa” filminin de etkisiyle tartışma tabana yayıldı ve en üst noktaya geldi.

İnönü için daha yakın zamanda en yetkili ağızlardan söylenmeye devam edilenleri tekrarlamaya gerek var mı?

Ben bu listeye Bülent Ecevit’i de eklerim.

Türk dış siyasetine söylemde ve uygulamada mütekabiliyeti getiren rahmetli Bülent Ecevit’in başbakanlığının son döneminde nasıl yıpratıldığını bir düşünün. İleriki nesillere rol modeli olarak taşınabilecek ulusal önder kimliği ortadan kaldırıldı.

Sonra sıra ulusun çimentosu, milli refleksin adalesi konumundaki kuruma geldi.
.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ulus devlet oluşumundaki rolü ve kahramanlıklarından dolayı toplumda ulusal bütünlüğü koruyucu bir gücü vardır.

“Ordu gerçekten güçlü güvenilir mi ?” diye tartışmaya başladık.

Hatırlayın “askerliğin yan gelip yatma yeri” ile “bir iki Mehmet şehit oldu diye” başlayan cümleleri.

Yavaş yavaş oluşmuş olan bu toplumsal ruh halini anlamak için şöyle bir düşünelim.

Yıllardır süren güneydoğudaki terörle mücadelede başarılı olunduğu söylenemez. 

Her gün şehit cenazelerinde “kanınız yerde kalmayacak” denildi ama uzayıp giden iç savaşta kan yerde kaldı.

Düzenlenen her cenaze töreninde aslında ordunun o kadar da kudretli olmadığı kamuoyuna gösterilmiş olmadı mı?

Terörle mücadelenin ve iç savaşın sürmesinin gözden kaçan önemli bir boyutu da bu oldu. 

Bununla toplumun güvenlik duygusu ve orduya olan güven zayıflamaya başladı.

Askerlerin, doğru veya yanlış tarih yazacaktır, hataları tüm orduya mal edildi. Gelinen noktada bugün mağdur olduklarını iddia etseler de orduya büyük zarar veren kendi mensuplarının anti demokratik yaklaşımları en büyük sorumludur.

Neticede Ordunun gücü ve güvenilirliği tartışılmaya açılmış olmasında Ordunun kendi mensuplarının da büyük sorumluluğu vardır.

Bu devam ederken ulusun tarihi de tartışmaya açıldı.

Ermenilere soykırım yapıldığı ve en son da Dersim gündeme geldi.

Acaba “100 yıl önce atalarımız soykırım suçu işledi mi?” diye yine ulusal gurur ve benliğe bir darbe daha vurulmaya çalışıldı.

Sonra da “tarihi fırsat” girizgahıyla başka bir gündem yaratıldı.

Bir taraftan ulusal bilinç, tarih ve benlikler sorgulanırken diğer taraftan da Kürt açılımıyla Kürtlere “refleks” kazandırılmaya çalışıldı.

Geldiğimiz noktaya çizgiyi çekip bakalım.

Türk kimliğinin ve dilinin önemi giderek ortadan kalkıyor. Farklı aidiyetlerin ön plana çıkarıldığı bir toplum ortaya çıkarılıyor. Bunun ışığında tarih tekrar belleklere yazılmak isteniyor.

Türkiye’nin batısında büyük şehirlerde yaşayanlar, güneydoğuya terörle mücadele için akıtılan paranın ekonomik yükünün ve oradaki can kaybının sürdürülebilir olmadığını kabul ediyor.

Vardığımız noktaya ulusal bilincin, tarihin ve benliklerin sorgulanması ve aşındırılmasıyla geldik.

Bunun sonucunda Türkiye parçalanırsa artık şaşırır mısınız?

Türkiye’de kamuoyunun geçtiği bu sürece paralel olarak Kıbrıslı Türkleri de ekleyelim.

Şablon bana göre ayni.

İlk önce Liderimiz Denktaş’tan başlanmadı mı?

Desteklersiniz veya desteklemezsiniz ayrı bir konu ama yalnızca Kıbrıslı Türkler için değil Türkiye için de ulusal bir lider hüviyetindeki Rauf Denktaş’a yapılanları bir düşünün.

Türk kamuoyu ve Kıbrıs Türkü onu çok yücelttiği için sorunun çözümünden ve savunduklarından ziyade onun üzerine gidildi.

Hatırlayın referandum öncesi AB ve ABD ile birlikte ne yazık ki Türk medyasının büyük bir bölümü onun huysuz ve her şeye hayır diyen biri olduğunu öne sürerek nasıl üzerine gitti.

Öyle bir noktaya gelindi ki, Denktaş Kıbrıs Türkü ve Türkiye’nin önünü kesen konuma sokuldu. Bunun da etkisiyle en kritik zamanda Denktaş siyasetten kendi rızasıyla, ama kamuoyunun şuuraltında “mağlup” olmuş buruk bir lider olarak çekildi.

Hem Türkiye hem de Kıbrıs’ta bu süreç bana göre hem Türk hem de Kıbrıslı Türklerin AB tutkusunun tespiti ile başladı.

Öyle bir tutku ki…

Avrupalılar Kıbrıslı Türklerin AB’ye üye olmakla ilgili lider, tarih ve devleti içine alan “milli reflekslerini” ekarte edebilecek düzeyde bir tutkularının olduğunu tespit etti.

Öyle bir tutku ki bu, referandumda kendi kurduğumuz devletin ortadan kaldırılmasını bile göze alacak olan geniş bir kesimin olduğunu ortaya çıkardı. Bugün hala daha bu tutku sayesinde içteki kaosun ve yönetim beceriksizliğinin çözümünün kendi devletimizin ortadan kaldırılmasında görenler vardır. 

Adı üzerinde bir tutku, yani bizim tuttuğumuz değil, bizi tutmuş olan. Türkiye dahil bizi irademizin de üstüne çıkarıp bir yerlere sürükleyen bir tutku.

Bu tutku sayesinde Türkiye’nin en haklı davası olan Kıbrıs sorununda öyle bir noktaya gelindi ki acaba hata mı yaptık diye sormaya başladık.

“Bütün dünya yanlış söylüyor da sadece biz mi haklıyız” gibi düşüncelere bürülündü.

Türk kamuoyunu yönlendirenlerin birçoğu Türkiye’nin en haklı davasında eziklik hissetmeye başladı. Bana göre yalnızca Kıbrıs’ta değil Türkiye’de de toplumsal reflekste yakın geçmişteki ilk kırılma Kıbrıs’taki referandum öncesi başladı.

Şimdi Türk kimliğini ve federasyona dayalı bir yapıyı bile tartışmaya açılmış olmasına bakıp Türk kamuoyunun ve iktidarının Kıbrıs’taki kırmızı çizgisinin ne olduğunu düşünmeye başlamaz mısınız?

Devleti ortadan kaldırmak için yola çıkan ve kan dökenle müzakere edenlerin Kıbrıs sorunun çözümü de dahil başka ne yapabileceğinin sınırı artık var mıdır?

Yazıyı hem bizi hem de Türk kamuoyunun ruh halini temsil ettiğini düşündüğüm  Anglosaksonların anlattıkları bir anekdotla bitireyim. 

Fokur fokur kaynayan su dolu bir tencereye kurbağayı atarsanız kurbağa suya dokunduğu anda refleksle sıçrayıp tencerenin dışına fırlayabilir. Ama kurbağayı soğuk su ile dolu ikinci bir tencereye koyup ısıyı birinci tenceredeki suyun ısısına belli bir sürede yavaş yavaş getirirseniz sıçramaz ve ne olduğunu anlamadan ölür.

Türk ve Kıbrıslı Türkler ikinci tenceredeki kurbağaya ne kadar benziyoruz değil mi?

Yazıyı bitirdim. Her zaman olduğu gibi eşime okuması için verdim. “Senin bu yazdığını Türkiye’de yayınlayabilecek kaç kişi kaldı? “ dedi. “İyi ki Kıbrıs Türk basını var diye acı acı gülümsedi.”

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar