Kıbrıs’ın unutulan güzel insanlarına - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Salı, Nisan 23, 2024
Köşe Yazarları

Kıbrıs’ın unutulan güzel insanlarına

Yine, çok güzel bir Kıbrıs akşamüstüsüydü. Savaş ve göçün ardından geçen birkaç yıldan sonra evlerdeki yaşam izleri yavaş yavaş yerini yeni sahiplerinin yaşanmışlıklarına bırakıyordu. Herkes yeni baştan alışmayı, sevmeyi ve yaşamayı başarıyordu. “O” ise Limya (Limnia) köyüne Mormenekşe adının verildiğinden, ganimetin ne olduğundan habersiz, koşturuyordu etrafta. 4-5 yaşlarında falan olmalıydı. Hala köşede, bucakta sahipsiz bulduğu bebeklerle oynuyordu; daha önce bir başka çocuğun kaybı, gözyaşı olabileceğini bilemeden. Sahipsiz diye bulduğu oyuncakların bir başka çocuktan kalmış olabileceklerinin bilincinde değildi. Oysa, kim bilir onlar hangi özel günde, hangi anne-babanın armağanıydılar sahiplerine. Göçten sonra bir başka oyuncağa, eve, köye “benim’ demek zorunda bırakılan pek çok çocuktan herhangi biriydi. O yaştaki akranları gibi onun için de en önemli şey, oyun oynamak ve etrafta keşifler yaparak, yeni bir şeyler bulmaktı. “Yeni” dediği şeylerin, “eskiden” bir başkasından kalma olduğunu düşünemeden…
Her akşamüstü o hanaya gitmek farzdı onun için. Orası öyle kocaman görünürdü ki gözüne, masallarda anlatılan devler ülkesindeki evlerden birine girdiğini sanırdı her seferinde. Orada “onu” görürdü. Her zaman beyaz önlüğü ve gür, siyah saçlarıyla karşılardı kapıda kendisini. Bu heybetli kadın onu koşulsuzca seven birkaç insandan bir tanesiydi. İri cüssesi, uzun boyu, upuzun gür saçları ve kocaman güzel gözleriyle onu kucakladığında dünyanın da kendisini kucağına aldığını sanırdı. Onun adını taşıyordu. İsimler bir başkasından devir bir kaderi yaşamak gibi bir şeyse de, en azından hem çok güzel, hem çok sevdiği birinin ismi olmasından dolayı bu adı hep çok severdi. “Anneannem” diye fısıldadı, yani “Bedi nenem”…


30 küsur yıl sonra duyduğu bir koku onu peşine takıp yıllar öncesine, çocukluğuna götürmüştü. O hanayı, nenesinin kocaman sarılışını hatırlamasına komşu mutfaktan gelen bir koku neden olmuştu: “KIZARMIŞ BİBER KOKUSU”. Burnuna gelen yemek kokusu onu zihninde unuttuğunu sandığı odacıklara sürüklemişti. Örümcek bağlamış nice anı gözünün önünde kah flu, kah net bir şekilde geçiş yapıyordu. Duyduğu koku onu hayatının en lezzetli zamanlarına götürmüştü. Nenesi mutfakta ocağın başına geçer torunlarının kalabalığı ve cıvıldaşmaları arasında dünyanın en mutlu insanı edasıyla yemekler hazırlardı. En çok bidda-badadez, gullurikya, samsı yaptığını anımsardı. Hele turunç, karpuz, macunları… Erik, üzüm, incir,  zerdali reçelleri… Bir de çeşitli sebzeleri kızarttıktan sonra, çömleğinde soğuttuğu yoğurtla sunduğu yemekleri unutmamıştı. Ama nedense onca yemek arasından kızarmış biber kokusu taşınmıştı o mutlu mutfaktan bugününe.
Kilo, kolestrol nedir bilmediği, geceleri uykularının bölünmediği, başka bir nefesi kontrol etmediği, ölüm acısı tatmadığı o zamanlara gitmişti. Çocukluğunun en güzel insanlarından birinin elinden yediği o yemeklerin tadını bir daha ne bir lokantada, ne bir davette, ne de bir tarifte bulabilmişti. Üstelik de kendi elleriyle bir daha sofrasına o tadın eksik kalmış parçacıklarını koyamamıştı. İçi başka, dışı başka bir yaşamın çocuklarının ganimet oyuncaklarla oynadığı oyunlarla eksik gençlik ve geciken büyüme ile aldığı yolunu düşündürdü ona bu koku. Başkalarının evlerinin, odalarının, aşklarının üzerine kurulan yaşamlardan sonra, ganimet değil, kendine ait yaratılan anlara sahip çıkmak istiyordu artık.
Kızarmış biber kokusu onu çocukluğuna götürmekle kalmamış, başka bir düşün, sahipli bir gülüşün üzerinden yeni bir yol kurulamayacağını da anlatmıştı. Bu savaş ortamında barış için hareket edildiğini sanan yağmacıların ortasında birinin hayalini çalan bir ganimetçi olmayı reddediyordu… Evet, evet o koku ona bunu anımsatmıştı. Kendi oyuncaklarını isteyen o çocuk karşısına dikilmiş bunu istiyordu kendisinden. O, lekesiz bir merhabanın eksik bırakıldığı bir düzeni reddediyordu şimdi. Nice oyun kaybettikten sonra anlamıştı bunu artık birinin hakimiyeti, galibiyeti üzerine kurulan oyunlarda değil, gül kokularıyla büyüttüğü çocuklarıyla yeniden çocuk olmanın ne demek olduğunu anımsamak istiyordu. Ganimet bulduğu her şeyi kızarmış biber kokusuyla geçmişe teslim etmeliydi. Nenesi, içine dünyaları sığan kucağıyla, karşısında koşulsuz sevgilerin ölümsüzlüğünü temsil ediyordu. Biber kokusu ki Can Yücel “biber ki yasa dışı önderidir sebzelerin” dediği o biberin kokusu, hazır bulunan, bir başkasının dokunuşundan, yaşanmışlığından, sahipliğinden ve icazetinden arta kalan bir “şey”in asla yeni olamayacağını hatırlatıyordu ona…
Kendini o hanaydan ayrılır gibi hissetti. Dönüp gerçekten de o evin önündeymiş gibi arkasına baktı. Evet, “o” önünde beyaz önlüğü, yüzünde kocaman gülümsemesiyle onu yolcu ediyordu. Elini kaldırdı, “hoşça kal” der gibiydi. Çocukluğunu özlemişti. Nelere güldüğünü, nelere sevinip, kızdığını anımsamaya çalıştı… Ve evet, canı kızarmış biber çekmişti. Aslında biber falan değil, sevdiği tatları özlemişti. Çocukluğunu, oyuncaklarını ve oyunlarını, bir de oyun arkadaşlarını… Adımlarını evine doğru çevirdi. Kendini o hanayın ruhuyla kendi mutfağında, ocağının önünde buldu. Hazırlıklarını yaptı ve güzelim, iri, yeşil biberleri kızgın yağa atıp kızartmaya başladı. Salondan oyunlarına ara veren iki tane gece gözlü oğlan koşup geldiler. Büyük olan “anne bu güzel koku nedir?” diye sordu. Artık ganimet oyuncaklarla, ganimet aşklarını geride bırakan bir eda ile döndü anneleri: “kızarmış biber kokusu oğlum, kızarmış biber kokusu”…



***

ŞİİRLER (B.B.)
Bütün yollar tutulmuş, beynimdeki odacıklara endişeler yuva kurmuş,
depremlerden arda kalan bir dünya aklımın köşesinde
O karanlık, ulaşılmaz ve köhne bölgede
Korkular oturmuş çekirdek çitliyorlar beynimde
Ben farkındalık denilen o sahte hissedişin altını kısıyorum
Farkında olmanın endişeli olmakla akraba çıktığını öğreneli beri
Dibi tutmuş tüm şiirleri hayatımdan kazıyorum…
***

HER ŞEY AKAR
Nehirler, denizler, akarsular, çağlayanlar, dalgalar, köpükler, … Akar…
Akar her şey, zaman akar, çeşmelerden sular akar.
Saçlarda boyalar, gözlerde sürmeler akar.
Sofrada tuz, piyasada para akar.
Gözlerden yaş, yüzlerden gülümseme, ömrümüzden gençlik akar.
Her şey akar durmadan, dinmeden, yorulmadan.
Ya aşklar? Aşklar ne yana akar? Aşklar ne yöne akar?
İsmin bir çağlayan
Yüreğimin yatağına akar…
***

HASRET
Tel örgülerle çevirdiğim bütün harfleri
toplayıp götürdü rüzgar, bilinmez kuytulara,
gece homurdandı penceremde,
karardı hışımla
“Hele dur” dedi…
“Haziran’a çok var daha”…

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar