İnsan ürettiği kadar insandır   - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Mart 29, 2024
MagazinManşetRöportaj

İnsan ürettiği kadar insandır  

Yaşar Ersoy, Mustafa Özsoy

Dünya Tiyatro Günü nedeniyle tiyatromuzun duayeni Yaşar Ersoy’la toplum, tiyatro ve yaşananlar adına bir söyleşi yaptık. Yaşar Ersoy ülkemiz kültür sanatında sürekli üreten ve toplumla paylaşan, sevdası ve kavgası olan bir sanatçı. Sözü daha fazla uzatmadan sohbetimize başlayalım…Dünya Tiyatro Günü’nde sizinle konuşmak istedik Havadis gazetesi olarak.

 

Önce Yaşar Ersoy’u biraz tanıtır mısınız?

Yaşar ErsoyŞimdi şu zamanda doğdum, bu zamanda okudum sözleriyle anlatmak istemem kendimi. Yaşar Ersoy, sevdası ve kavgası olan bir insan. Tiyatroya tutkulu… Tiyatro benim yaşam biçimim. Yaşamımı tiyatroda anlamlandırıyorum ve adlandırıyorum. Ayrıca tiyatro amacım değil aracımdır. Amacım eşit, özgür, barış içinde bir yaşam… Ne ezenin ne ezilenin, ne sömürenin ne sömürülenin olacağı bir dünya… Kısacası Nazım Usta’nın dediği gibi “ bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşanacak bir dünya… İşte böyle bir dünya düşü ve idealiyle tam 48 yıldır tiyatro yapıyorum. Bu 48 yıl, önce dünyayı güzelleştirmek için yüreklerimizi ortaya koyarak özveriyle ve dayanışmayla amatör tiyatro yaptığımız Sahne Limasol’da, sonra siyasetin ve bürokrasinin çarkları arasında ezilen K.T Devlet Tiyatrosu’nda ve 1980 yılından bu yana da en baskıcı, antidemokratik koşullarda yokluklar içinde “iki kalas bir heves diyerek” en çorak ortamda, adeta tırnaklarımızla kazıyarak kurduğumuz, yaşattığımız, geliştirdiğimiz ve toplumun yüzakı bir sanat kurumu haline getirdiğimiz ve genç meslektaşlarımıza devrettiğimiz Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nda geçti.

 


– Bugüne kadar kaç oyun yaptınız?

– 107 oyun yaptım. Bu oyunların kimisinde oyuncu, çoğunda yönetmen, dramaturg olarak görev aldım.

 

– Siz yalnız oyun oynamadınız ve yönetmediniz…

– Evet. Tiyatronun her alanında çalıştım yarattım ve ürettim… Kıbrıs Türk Tiyatro Hareketi’nin 100 yılı aşkın tarihini yazarak ve belgesel film yaparak gün ışığına çıkardım. Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun 30 yıllık tarihini belgelerle “ Sevdası ve Kavgasıyla Bir Ülkenin Yaşamında Rol Almak “ adlı 691 sayfalık kitabımda tarihe kaydettim. “ Umut En Son Ölür” kitabımla Kıbrıs Türk toplumunun  ve tiyatrosunun meseleleri üzerine düşüncelerimi ve önerilerimi yazdım. “109 Yazarın Kaleminden Lefkoşa Belediye Tiyatrosu” adlı derlediğim kitabımda, Lefkoşa Belediye Tiyatrosu hakkında yayımlanan 400’ü aşkın makaleyi tarihe not düştüm . Türkçe ve Yunanca “ Kıbrıs Türk Tiyatro Hareketi” tarihini Güney Kıbrıs’ta yayımlayarak iki toplumun yakınlaşmasına ve birbirini tanımasına katkı koydum. Ayrıca son olarak “ Tiyatronun Sınır İhlali” adlı kitabı meslektaşım Kostas Kafkaridis’le birlikte yazarak barış kültürünün oluşmasına ve bölünen ortak vatanın yeniden birleşmesine ithaf ettik.

– Oyun yönetme, oynama ve kitap çalışmalarınızdan başka, tiyatroya dair başka çalışmalarınız olduğunu da biliyoruz. Bunları da okurlarımızla paylaşalım…

– Oyun yönetme, oynama ve kitap yazmanın dışında Kıbrıs Türk Tiyatro Hareketi’nin gelişmesi için saptadığım beş temel ideal doğrultusunda mücadele verdim. 1- Eğitimli tiyatro sanatçısı yetiştirmek 2- Özerk Tiyatro Kurumu  3-Okullar arası Tiyatro Şenliği 4- Çağdaş Tiyatro Binası 5- Tiyatro Festivali.

Bu beş idealin kimi gerçekleşti kimi engellendi. Bunları anlatmaya çalışırsam bu söyleşinin boyutlarını aşarız. Merak edenler kitaplarımda belgelerle okuyabilirler. Bunları sağır ve kör yönetici ve politikacılara ve hatta duyarsız topluma anlatmaktan da yoruldum. Bütün bunların yanında toplumsal gelişme, demokrasi ve barış kültürünün gelişmesi için de birçok sivil toplum örgütünde sendika ve derneklerin yönetim ve yürütme kurullarında görev yaptım.

 Yaşar Ersoy

– Hep bir sevda ve kavgadan bahsediyorsunuz … Sevdanız nedir?

– Yukarda da söyledim. Hayatı ve insanı yeniden yaratmak, iyileştirmek, güzelleştirmek, özgürleştirmek… Savaşsız, silahsız, barış içinde bir ülke ve dünyadır sevdam . Bu düşlediğim hayatın ve dünyanın gerçekleşmesine katkıyı da en iyi tiyatro sanatıyla yapacağıma inanıyorum.

 

– Neden tiyatro?

– Sanat tarihçisi ve kuramcısı Ernst Fischer “ insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için sanat gereklidir. Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden gereklidir.” Bu düşünceden yola çıkarak tiyatro diyorum.Hem de tiyatro bütün sanatları bünyesinde taşıyan bir sanat olarak çok daha etkili, toplumsal ve işlevsel olduğu için… Tiyatro yaparken de hep  estetik ortalamanın üstüne çıkmak şarttır… Çünkü altında kalırsanız yaptığınız sanat olmaz… Bu nedenle tiyatronun özü kadar biçimi de çok önemli.Gerçek yaratıcılık, toplumsal içerik ve yetkin biçimin kaynaştırılmasıdır. Sanatçı hayatın içinde olmalı. Olaylara ve topluma içerden bakmayı becermeli. Gerçekleri estetik değerlerle yoğurup dinamit haline getirmeli. Bir oyun izlendiğinde bu dinamitin yürekte ve akılda mutlaka patlaması lazım. Bunun için de süte su katılmayacak…Fazla süslü laf etmekten, dolambaçlı ve yapışık anlatımdan kaçınılacak, eveleme geveleme ya da söylermiş gibi yaparak bişey söylememek durumlarından uzaklaşılacak… Yani meselenin kendisinden kaçış yapmak için biçime ve hümanist sızlanmalara sığınılmayacak, yaslanılmayacak… Çünkü tiyatro yalnız bir “ gösteri” sanatı değil, sürekli yaşamı sorgulayan, dün bugün ve yarınla hesaplaşmayı hiç elden bırakmayan; sonsuz bir kültür birikimi getiren dünyaya ve insana kucak açmak, evreni kavramak ve yeryüzü ile yaşamı yeniden yorumlamak ve yaratmaktır. Kısacası insanlık tarihi boyunca bir kültür davası, çağdaşlık ve uygarlık ölçüsü olarak kabul edildiği ve ben de öyle kabul ettiğim için tiyatroyu seçtim. Ayrıca tiyatroyla oynayan insan, alet yapan insan ve düşünen insan oluyorum. Ayrıca ben olayları değerlendirirken ve reji-dramaturgi yaparken duygusallığa ya da salt burjuva hümanizmasına kapılarak değil, sınıfsal bir yaklaşımla çözümlemeye çalışırım. Bilindiği gibi bu anlayış toplumcu gerçekçi bir sanat anlayışıdır. Bu anlayış, yeşermemiş umutların, yaşanmamış sevgilerin, verilmemiş hakların alacakları yanında, saffında olma anlayışıdır. Hele hele emeği her değerin üstünde tutuyorsanız ve haksızlığın “müruru zamana” uğratılamayacağına inanıyorsanız…

 

– Peki… Kavganla ve kavga aracın tiyatroyla sevdana ulaştın mı?

– Düşlediğim hayatın yasalarıyla tiyatro yaparak tepeye taşımaya çalıştığım sevdamı, egemenler, omurgasız insanlar (!) Sisifos’un kayası gibi hep aşağıya yuvarladılar. Ama ben de o kayayı Sisifos gibi hep inatla, sevgiyle, emekle, yaratıcılıkla yeniden yukarılara taşımaya çalıştım. Yenilsem bile teslim olmadım… Kanaya kanaya, acıya acıya, hüzün üstüne hüzün , kahır üstüne kahır, yıkım üstüne yıkım yaşasam da ANKA KUŞU  gibi umudu yeniden doğurarak, doğurmanın gerektiğine inanarak, “tarihsel, toplumsal, ekonomik şartların zaruri neticesi” yenilsem bile, ihanete uğrasam bile “ama bu yürek bu dilden anlamaz pek” diyerek direnmek ve  hasretimin türküsünü söylemek için inadına tiyatro yaptım.

– Hep toplumcu gerçekçi, eleştirel bir tiyatro yaptınız… Neden?

– Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Pablo Neruda, Lorca, Brecht, Aristophanes, Fikret Demirağ, Gorki, Tolstoy, Çehov, Şolohov, Yaşar Kemal ve daha nice toplumcu gerçekçi yazar şair evelemeden gevelemeden, hümanist sızlanmalardan uzak yazdılar. “ Okuyucuya namuslu söz söylemek; halka doğruyu anlatmak, gerçeği anlatırken kimi zaman sert ama her zaman yürekli olmak, insanların yüreğine gelecek adına, kendi güçleri adına, geleceği biçimlendirme adına güçlü inanç vermek adına…” yazdılar.

Toplumcu gerçekçi sanat, insanların sadece yüreklerini değil kafalarını da etkileyecek büyük güce sahiptir. Bunun için toplumcu gerçekçi tiyatro… Ayrıca sanat ve sanatçı tarih boyunca mevcut düzenin hep anti-tezi, muhalifi olmuştur. Bu düşünceyle de tiyatromda “muhalefet” eklenmiş değildir, esastır, özdür.

Picasso resim yapmak için resim yapmıyordu. Kendisinin de belirttiği gibi, resim onun için faşizme direnmenin bir yoluydu. Benim için de tiyatro şiddete, baskıya, faşizme, sömürüye, kapitalizme, savaşa, eşitsizliğe, haksızlığa, adaletsizliğe karşı bir direniş, baş kaldırıdır. Zaten tiyatro oldum olası “başkaldırıyı” içinde barındırır. Bunu görmezden gelen, mevcut düzenin anti- tezi değil uyarcası olur… Ama unutmayalım ki, bir insanın sanatçı tanımına hak kazanması uyarca olmaktan geçmez… Tarih boyunca da örneğine rastlanmaz. Şunun da altını çizerek belirteyim ki, eksik kalmasın: Toplumcu gerçekçi anlayışla çeşitli biçim ve biçemlerde oyunlar yaptım… Brechtyen oyunlardan dramatik yanılsamacı oyunlara, kabare oyunlarından absürd oyunlara, halk tiyatrosu oyunlarından soyut oyunlara kadar… Bu da beni çok zenginleştirdi diyebilirim.

 

– Günümüzü nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Şimdi, genel anlamda bakarsak bu postmodern neoliberal zamanlarda, büyük bir çoğunlukla herkesin kafası dik dolaşıyor… Çünkü Dario Fo’nun dediği gibi herkes ağzına kadar boka batmıştır. Bu boka batış zamanlarında insan insan olmaktan, sanat sanat olmaktan, bilim bilim olmaktan çıkmıştır ve her şey metalaştırılmıştır. Başımızı nereye dönersek, yalnızlığımıza çarpıyoruz bu postmodern neoliberal zamanlarda…  Kolektif dert ortaklarından, kolektif dostlardan, kolektif vicdandan ve akıldan, kolektif hayallerden, kolektif heyecanlardan uzaklaştık… Yalnız, bencil, tüketici bireyler olduk… Daha doğrusu tüketici sürü kalabalığı… Miş gibi yaşıyoruz… Miş gibi yapıyoruz… Miş gibi barışçıyız… Miş gibi seviyoruz… Miş gibi demokratız… Miş gibi sanatçıyız… Devletimiz de miş gibi, kısacası yalanla yaşıyoruz, yalanla besleniyoruz ve bu yalanlara inanıyoruz… Patolojik bir durumdayız… Umutsuz, karamsar, bencil, nemelazımcı bir kimlik oluştu. Biz yerine Ben egemen oldu. Şair Fikret Demirağ’ın dediği gibi:

“  Birçok şey sıfır derece çılgınlık, delilik

Sıfır derece bencillik, taşlık, ihanet

Birçok şey sıfır derece utanmazlık, aptallık

Sıfır derece ayıplı, çağdışı, gözükanlı”

yaşanır oldu. KKTC ‘ye gelirsek, herşey sıfır derece kahredici, yok edici… Sıfır derece onursuz yaşanmaktadır. İşte böyle bir ortamda Dünya Tiyatro Günü kutlanacak (!) Hem de utanmayı bile beceremeyen devlet ve hükümet yetkililerinin  Dünya Tiyatro Günü kutlama mesajlarıyla. Hem de 18 yıl yanık enkaz durumda bırakılan Devlet Tiyatrosu binasıyla… Hem de temeli atılıp yarım kalan  Lefkoşa Belediye Tiyatrosu binasıyla… Hem de sanatçısını memur statüsünde değerlendiren bir anlaşıyla… Hem de sanatçını siyasetin ve bürokrasinin çarkları arasında ezen bir politikayla… Hem de devlet- tiyatro ilişkisinde özerklikten ve özgürlükten korkan bir egemen düşünceyle… Hem de bu korkudan dolayı sanata ve tiyatroya ölümcül bir ilgisizlikle uzak duran gelmiş geçmiş tüm hükümet ve siyasilerle… Hem de sözlü ve yazılı vaatlerin hiçbirini gerçekleştirmeyen Kültür Bakanı ve Hükümetlerle… Hem de tüm bu yaşanan rezilliklere karşı bir tepki koymayan, ses çıkarmayan toplumun ezici duyarsız çoğunluğuyla… Ayrıca gördüğüm, izlediğim, yaşadığım kadarıyla insanımız, her konuda, onursuz bir suskunluğu, sorumsuz bir suskunluğu yaşam biçimi haline getirmiş.

Kutlanacak bişey yok … Buna tiyatronun tanrıları da izin vermez. Size ülkenizde ne yaptınız diye sorarlar. Ve verecek cevap bulamayız. Çünkü kutlanacak bişey yok KKTC’de… Ne tiyatroya ne hayata dair…

 

-Tiyatro ile ilgili konuşurken hayata geçtiniz…

– Çünkü hayat ve tiyatro birbirinden kopmaz, koparılamaz bir bütündür. Hayatın toplumsal ve tarihsel yürek atışını yakalamayan tiyatro, hayat bulamaz, ülkemizde hayat ise inanılmaz bir şekilde irtifa kaybetmektedir. Yere çakılmaya az kaldı. Ülkemizde insanlar, hayat, toplum kendisini nerede yeniliyor, nerede yaratıyor, nerede üretiyor… Sorusuna hiçbir yerde diyebilirim… Sadece tüketiyor hem de sorumsuz ve bilinçsiz bir şekilde … Unutmayalım ki, insan ürettiği kadar insandır. Bu nedenle bir sanatçı olarak iyimserlikle, karamsarlık arasında bazen med-cezir yaşarım. Bu toplum, en sahici bir şekilde yüzleşmeyi gerçekleştirmezse tarihsel süreç içinde yok olacaktır. Bunu kahredici bir duygu ve düşünceyle söylüyorum. Hayatın bedelini ödemeden ganimetle yaşamaya alıştırıldık. Bu nedenle ölmeden önce öldük. Evet nefes alıyoruz… Yiyor, içiyor, geziyor, eğleniyor, tüketiyor ama yaşamıyoruz. İçimizdeki yaratma güdüsü yok olmuş, yerine ölüm güdüsü hakim olmuş. O nedenle sadece kendimizi değil, dağlarımızı, ovalarımızı, ağaçlarımızı, denizlerimizi, çevremizi de öldürüyoruz… Betonlaşan bir hayatın yüreği atmaz, kan dolaşımı olmaz… Böyle durumlarda da Beethoven’in “Beşinci Senfonisi” nin ilk dört notası kapımızı çalar…

 

-Kültür sanat ortamımızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Ülkemizde uzun bir süredir zembereği iyice boşalarak tırmanışa geçen yozlaşmadan, değersizleşmeden kültür sanat ortamı da payına düşeni almaktadır. Bir yanda tüm alanları ile bir toplum asimile edilirken, diğer yanda kültür sanat kendi tarihi, kendi kimliği, kendi özgün üretimiyle var olabilir mi? Dikkat edilirse gün geçmiyor ki bir resim sergisi açılmasın, bir kitap yayınlanmasın, bir konser verilmesin, bir tiyatro oyunu sunulmasın… Kısacası bir sanatsal etkinlik yapılmasın… “ Sanat güzellik yaratmaktır” der Maria Callas “ Ustalar Sınıfı” ında. Ama bu kadar sanatsal faaliyete ve sanatçıya rağmen ülkemizde çirkinlikler ve kötülükler hepimizi yok ediyor. O zaman yapılan sanatın sahiciliğinde bir sorun var demektir.  Çünkü sapla samanın karıştığı, atla eşeğin yarıştığı bir sanat ortamı yaşanmaktadır. Sanatçı eflasyonunun akıl almaz boyutlara eriştiği bir dönemden geçiyoruz.  Kimseye de bişey söyleyemiyorsun… Namık Kemal’in dediği gibi “ zihin fukara olunca akıl ukalâ olurmuş.” Hal böyle olunca da sanat ortamına bu eflasyonda ukalâlık egemen oluyor. Fischer’in sözünü hatırlayalım: “ insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için sanat gereklidir.” Peki KKTC’de sanat neyi tanıyıp neyi değiştirebildi? Bununla yüzleşirsek sanat adına ne yaptığımızı ve ne yapmamız gerektiğini daha iyi anlamış olacağız…

 

– Peki ama çok iyi sanatçılarımız var…

– Elbette var ama çok az… Ve unutmayalım ki bir çiçekle de bahar olmaz… Ayrıca düşünebiliyor musunuz? Bölünmüş Ada’nın kuzey yarısında 18 üniversite… 95 bin öğrenci var… Sahne Sanatları, Görsel Sanatlar fakülteleri var… Üniversitelerimizde yüzlerce akademisyen var. 16 – 17 günlük gazete var… Televizyonlar, radyolar var… Kısacası var da var… Ama bu toplumda Özdemir Asaf’ın vurguladığı gibi:

“ İnsanlar, İnsanların içinde,

İnsanlara hasret yaşarlar.”

  İşte bu Dünya Tiyatro Günü’nde herşeye rağmen insan kalmakta direnmek için uğraşmamız gerektiğini vurgulamak isterim. Bir yanda, ürkütücü boyutlara varan toplumsal asimilasyon, yozlaşma ve yok oluş bir çığ gibi büyürken, suya atılan bir taşın yaydığı halkalar halinde genişlerken, öte yanda da bir avuç insan inandıkları doğrular adına, yitip gitmesine asla izin vermeyecekleri değerler adına tüm kötülüklere ve çirkinliklere “HAYIR” diyerek uğraş veriyorlar. Bu barış adına, yurtseverlik ve sanat-bilim adına bir direniştir.

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar