Dört mevsime ayarlanmış kentler (Gezi notları…) - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Nisan 25, 2024
Poli

Dört mevsime ayarlanmış kentler (Gezi notları…)

venedik
Ahmet Okan
Ahmet Okan

Venedik su kanallarında kürek sallayan gondolcu “sıfır asker” ortamında hayatından memnundu, o sıralarda Crans Montana’da Kıbrıs görüşmeleri sürmekteydi fakat gondolcunun bundan haberi yoktu…


İngiltere’nin kuzeyine doğru güneş batmak bilmez saatler geceyi gösterse de her taraf ay aydınlık ve yaz ortasında bir serinlik.

Beatles grubunun ilk sahne aldığı (1957) Cavern Clup’ta hâlâ Beatles şarkıları çalar, “Eigth Days a Week”i söyleyen genç bir müzisyen “sıfır asker; sıfır garanti” ortamında şarkılar söylüyorken yerli haberlere göre dünyanın gözü Crans Montana’daydı, Cavern’de biralarını içenlerin bundan haberi yoktu…

Vatikan tezgahlarında Papa fotoğraflı anahtarlıkların tanesi 12-13 Euro’dan satılır ki uzun giriş yollarına çöreklenmiş dilenciler avuç atmaktadır ki bir çelişkiyi görmek mümkün böylece.

Sistine Şapel’de Michelangelo’nun resimlerini görmek için izdiham yaratan yetmiş milletten insanların “Cyprus” diye bir sorundan haberleri yoktu; herkes bir yere odaklanmıştı. O da Mikelanj’ın ünlü resmi idi.

Büyük ressamın Tanrı’nın Adem’i yarattığı (Ademin Yaratılışı) anı resmettiği resim şapelin tavanında durmakta lakin seçebilmek için gözlerinizi yormanız gerekiyor onca resim ve figür arasında…

Kıbrıs’tan ayrıldığımızda görüşmeler başlamak üzereydi o sıralarda Birmingham’da hava sıcaklığı 22 derece, serin rüzgarlar topluyoruz, New Street’te alış veriş çılgınlığı, cadde ortasında sokak müzisyenleri, bir rep grubu şov yapmakta, yanımdaki Japon kız sandviç yemekte, bir Hintli sigarasını yakmak için ateş istedi, burası bütün ırkların kardeşliği adına yapılmış gibi sanki, her ülkeden, her renkten insan var, böyle bir dünyada Kıbrıs meselesini nasıl düşünebilir insan?

Venedik sıcaktı fakat Kıbrıs gibi yanmazdı.

Kanallardan denize açılmak için bir Vaporetto’ya bindik ki ilgimi çekti “Vapor” yazılışı.

Eskiler vapur’a “vapor” derlerdi ki manilerde geçer bilinir “Vaporum üç borulu” diye.

Zaten bir taksici de adresi ararken “21 nimero” demişti.

Burada da eskiden “numara” yerine “nimero” dendiği aklına gelir insanın, ki o şekilde söylenişi bir çarpıtma değildi anlaşılan…

O sıralarda Crans Montana’da da bir sürü nimerolar dönmeye başlamıştı Vaporetto ağırdan yol alırken,

Fakat bu deniz aracına binenlerin Kıbrıs’tan haberleri yoktu kendi dünyaları farklıydı, ki taş meleklerin koruduğu taş köprülerde genç kızlar ve erkekler sevişmekteydi…

Floransa’da kaldırım üstünde kurulan tezgah satıcılarının tekmili doğulu insanlardı tenleri yanık, gelen geçen turistlere hasır şapkalar, eşarplar, t-shirt’ler satmaktaydılar.

Bir hasır şapkayı 5 Eura’dan alırken satıcı genç nereden geldiğimizi sorunca “Cyprus” dedik.

Anlamsız bir yüz ifadesi ile zihnini yoklar gibiydi belli ki “Cyprus” diye bir yerden haberi yoktu.

Aynı soruyu Floransalı pizzacı da sormuştu ki bize “Sadece galispera demesini biliyorum” demişti…

Venedik’in dar sokaklarında Lefkoşa’yı aramışsam da doğrusu benzerlik yoktu; o eski kadim kentin sokaklarında duvarların alçıları ve boyaları dökülmüş, üç parça halinde ahşaptan yapılmış panjurlar kimyasını kaybetmişti. Bakımsızlığı Lefkoşa’ya benziyordu. Sanki yıllarca el değmemiş gibiydiler, şaşırır kalır insan bu hal neden böyle diye belki var bir sebebi.

Su kanalları bizi bir balıkçı lokantasına ulaştırdığında orada tanıdığımız Viyanalı kadının Kıbrıs’tan haberi vardı lakin bizi Rum sandı, belli ki onun nezdinde de hiç birimiz yoktuk…

“Hop on hop of” otobüsleri ile Floransa’ya yüksek bir tepeden baktık ki, Galilei Galileo ile Mikelanj’ın vaktiyle bu bölgenin sokaklarında gezindiklerini öğrendik. Bir hikayeye göre de Mikelanj heykeltıraş olmaya karar verince babası ona “taş işçisi mi olacaksın” diye çıkışmış.

Kent bu büyük insanların, sanatçıların, ressam ve mimarların görüş ve projeleri ile şekillenmişti.

Bütün yapılar özellikle yerleşim yerleri çizilmiş gibiydi, damları birbirine eşit, renk uyumları içinde, sokakları ve caddeleri bir mükemmeliyeti anlatmakta.

Söylendiğine göre,  şehir devletleri birbirleri ile çok kavga etmişler bu topraklarda.

Karşı tepelerde Fiesola kasabası görülüyordu ki bir zamanlar İngilizler buraya servi ağaçları ekmişler tıpkı Kıbrıs’ta yaptıkları gibi.

Dövüşçü bir milletmiş Fiesola halkı fakat Foloransa tarafından sömürülüp sonunda yenik düşmüş.

Neticede şimdi garantisiz marantisiz yaşıyorlar hep birlikte birleşmiş…

Aklım Cavern Clup’ta kalmıştı, Liverpool dedikleri kent tipik bir İngiliz kentiydi gayet düzgün her yerden Beatles fışkırıyordu.

Bir otel adını “A Hard Days Night” koymuştu, Beatles elemanlarının  heykelleri ile dört bir yanını süsleyerek…

Her yerde taş köprüler vardı Venedik o köprülerle güzelleşiyordu bir de güneş batarken, nasıl söylesem, sanki batmaz yeniden doğar gibiydi.

Venedikliler Lefkoşa’ya da köprüler yapmıştı hani bir zamanlar Kanlı Dere surlar içinden akıp geçerken.

O dönemlerde Kıbrıs’a gidip gelen gezginlerin anılarından anlıyoruz Kanlı Dere üzerinde köprüler kurulduğunu…

Floransa’nın kimi dar sokakları anlatılanlara göre dört mevsime göre ayarlanmıştır inanası gelmez insanın bir şehri bu şekilde düşünüp inşa etmek.

O sokakların bir yanı ilkbahar bir yanı sonbahar rüzgarla yürürsünüz ve nere bakarsan bak sıfır asker…

Kolezyumun görkemi ilk görenler için büyüleyicidir kapılır gider insan o görkeme ki daha İsa’nın doğumundan ilk yüzyıl içinde inşa edildiği söylenir.

Bir gücün altında hisseder insan kendisini hele de duvar diplerinde durulduğunda, ancak çevresinde dilenciler de öbekleşmiş vaziyette yakıştıramazsın bu manzaraları görünce Roma’ya…

Venedik’teki antik kentteki evlerin kapı ve panjurları ahşaptandı, duvarlar genellikle kesme küçük taşlardan yapılmış, yolları dar öylesine ki atlı arabaları da sığmayan yolardı bunlar.

Ne daracık sokakların, ne su kanallarının haberi vardı Kıbrıs’tan ki o sıralarda Crans Montana’da her şey bitmek üzereydi…

San Marco (St. Mark) Meydanında sokak şarkıcıları “My Way”’i çalarken Roma’da İspanyol Meydanında bir gitarist “Let it Be”yi çalmaktaydı, ne sokak şarkıcılarının ne sokak dansçılarının Kıbrıs’tan haberi vardı, halbuki tam da o anda Crans Montana’da “sıfır asker, sıfır garanti” önerileri tartışılıyordu ki bu kabul edilemez görülüyordu bir taraf için…

Sıfır asker olan yerlerde dolaşıyorduk bu da mümkündü…

Venedik’te Ramo Colombia Sokağında, Casa Del Melegrano adlı bir butik otel. Su kanallarına yakın. Venedik’in kadim ahalisi gerilere çekilmiş, bütün o antik evler butik oteller şeklinde çalıştırılmakta.

Bu yüzden daracık sokakları binlerce turistle dolu her dili işitmek mümkün. Ancak hiç imse Kıbrıs meselesini konuşmuyordu, kentten kente dolaşırken biz bir “mesele”nin insanları şaşkınlıkla başka bir dünyaya bakıyorduk, ki Crans Montana’da bir kez daha görüşmelerin çıkmaza girme ihtimali ağır basmıştı dönüşümüzde ne halde bulacaktık adayı…

İki ülkede beş kenti dolaşmak üzereydik bir kentten bir kente hızlı trenlerle ki tekmil ovalar yemyeşil ve ekilmemiş alan yok.

İnekleri koyunları ovalara yayılmış masallardaki gibi görkemli ağaçlıklar, ormanlıklar ülkeleri kucaklamakta…

Floransa’da Santa Kroçe Meydanında  Holly Cross Kilisesi herkese açıktı, fotoğraf çekmek de serbest, Roma’daki Santa Maria Kilisesi de açıktı ki Rafael’in mezarı buradaydı.

Anlatılanlara göre, bilmem kaçıncı Papa mezarın Rafael’e ait olup olmadığından kuşkulanınca mezarı açtırıp teyit ettirmiş. Ve mezarın gerçekten Rafael’e ait olduğu anlaşılmış. O gün bugündür sergilenmekte ışıklar arasında.

Keşke Kıbrıs’taki sorunlar da bu şekilde olsaydı.

Görüşmeciler Afrodit ile uğraşmış olsalardı mesela…

Floransa’da kaldığımız otel bir zamlar komün evleri imiş.  Şimdi her odasını stüdyo odalar haline getirerek otelcilik yapılmakta.

Foloransa’daki kaldığımız ev Kıbrıs evlerine benziyordu. Ya da Kıbrıs evleri bu evlere benziyordu bilemem.

İçinde sütunlu kemerler ve evin ortasında bir avlu.

Avlunun çevresi saksı çiçekleri ile süslenmiş; iki üç de ağaç biri İtalyan yasemini mavi çiçekleri çoktan açmış.

Bir ikindi vaktiydi “Bonjorno” diyerek karşıladı işletmeci, “Kıbrıs’tan geliyoruz” dedik, geleceğimizden haberi vardı ama Kıbrıs’tan yoktu…

İngiltere’de Stratford-upon-Avon Shakespeare’ın doğduğu bölge. Evi Henley Sokağında. Ünlü yazar bu sokaktaki bir evde doğmuş ve evi müzeye dönüştürülmüş.

Hakkında çok şaibeler var fakat neticede bir Shakespear meselesi ekonomiye döndürülmüş vaziyette.

Bir nehir akıp geçer içinden köyün. Zaten nereye bakarsan bak bir nehrin kollarında bulur insan kendisini üstünde taş köprüleri ile.

Köydeki tiyatro Shakespeare zamanından kalma ki kendisi de burada bir müddet çalışmış.

O tiyatroda “Sezar” adlı oyunu izlerken o dönemi hissetmek mümkün. Çünkü izleyicinin oturduğu yerler o dönemden kalma. Halka halka yukarıya doğru yükselmekte.

Sonunda Sezar o ünlü sözünü “Sen de mi Brutüs” derken, Crans Montana’da görüşmeler çökmüştü. O andı…

Roma’da Via Del Cardello sokağı ince uzun bir sokaktır.

Bir ucundan bakıldığında diğer ucunda Kolezyumun bir parçacı görünmekte.

Ayasofya’nın Arasta’dan göründüğü gibi.

Özlemiştim zaten…

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar