Barış Burcu: Nevzat Uzunoğlu beni tabanca ile tehdit etti - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Mart 28, 2024
Kıbrıs

Barış Burcu: Nevzat Uzunoğlu beni tabanca ile tehdit etti

Barış Burcu: Nevzat Uzunoğlu beni tabanca ile tehdit etti

UZUNOĞLU TABANCASI İLE BENİ BEKLİYORDU… Gittim, kapıyı çalıp içeriye girdim. Masasının üzerinde bir tabanca, tabancanın namlusunu tuttu ve masanın üzerinde çevirmeye başladı. “Sen, benim kim olduğumu bilirmin?” dedi. Ben meselenin nereye geleceğini anlamıştım. Döndüm ve Nevzat Bey’e şunu söyledim: “Ben sizin kim olduğunuzu çok iyi bilirim, ama siz zannedersem kendinizden çok o masanın üzerinde çevirdiğiniz aleti bana tanıtmaya çalışıyorsunuz, biliniz onu da çok iyi bilirim”. “Ama” dedim “Bu oyuna başvurduğunuz için anladım ki siz beni iyi bilmezsiniz” ve çekip gittim

 


 DGD, CTP’NİN RESMİ ORGANI DEĞİLDİ- AHMET OKAN’I TASFİYE ETTİK… DGD, CTP’nin resmi yan kuruluşu değildi. KÖGEF’in devamı gibi de değildi. KÖGEF varken de DGD vardı. DGD 1976’da kuruldu. Fakat özellikle 1980 darbesinden sonra ben ve benim gibi olan KÖGEF’ten kaçıp DGD’nin içine yerleşen insanlar kendi aralarındaki ideolojik bütünlük ve tecrübeler ve hatıralarla birlikte DGD’yi ele geçirdiler. Aslında, Ahmet Okan’ın ve onun etrafındaki pek çok Türkiye’de öğrenim görmemiş ama Kıbrıs’ta kendi bulunduğu ortamlarda DGD’nin kuruluşuna ve büyümesine katkı koyan insanın hakkını vermek lazım. Ama o zamanki ideolojik ortam onların tasfiye edilmesini getirdi

Barış Burcu ile röportajımızın ikinci bölümünde DGD’nin faaliyetlerini, farklı görüşten gençler arasında 1980 sonrası dönemde yaşanan tartışma ve kavgaları okuyacaksınız. Barış Burcu röportajın bu bölümünde bir de özeleştiri yaptı ve 1980 sonrası yaptıklarının doğru ve yanlışlığı ile ilgili düşüncelerini bizimle paylaştı. Burcu, bugün geriye dönüp baktığında yaşadığı ikilemleri de büyük bir açık yüreklilikle ortaya koydu. Röportajın ikinci bölümü şöyle:
Mete Tümerkan: İmzalı belgeyi genel müdüre verdiniz mi?
Barış Burcu:
Yunus Konaç arkadaşımıza verdik. Dedik ki “Yılan adasına git”, çünkü o zaman müdürümüz Erhan Erinç’ti ve orada kalıyordu. “Bu toplu sözleşmeyi Cumhurbaşkanı’nın gördüğünü, onayladığını ve detayları da daha sonra görüşeceği mesajını ilet” dedik.

“Bu onu küplere bindirdi”
Yunus gitti, geldi, elinde toplu sözleşme, yüzü asık, “ne oldu be gardaş” dedik. “Yahu” dedi “bizi muhatap almadı ve geri verdi. Benle böyle bir şeyi görüşmedi” dedi. Biz biraz da Sayın Denktaş’ı provoke ederek, “sizin imzaladığınız bir toplu sözleşmeyi bile muhatap almayan bir adamla biz nasıl anlaşacağız, bu memleketin gerçekliği hakkında anlaşamayacağımız çok açık” dedim. Daha önce Oğuz Özen’in anlattığı ve ondan duyduğum bir fıkrayı anlattım. Bu onu küplere bindirdi.  Fıkra şuydu; Afrika’da uçakla giden pilot atlamak zorunda kalmış. Bir kabilenin içine düşmüş. Yamyamların kendisini yiyeceklerini zannetmiş. Korkmuş, “beni yiyecek misiniz” diye sormuş. Yok demişler seni yemeyeceğiz, yedirteceğiz. Adamı bir kuyu başına götürüp “bak” demişler “bu kuyunun içine atacağız, orada aç küçük bir farecik var kemire kemire seni bitirecek.” Adam öleceğine yanmamış isyan etmiş, “ulan” demiş “koca ormanda bir aslan kaplan bulamadınız da beni bir fareye mi yedirteceksiniz?”

“Seni bir şirketin müdürü yemesin”
Mete Tümerkan: Siz bu fıkra ile Denktaş’a nasıl bir mesaj vermek istediniz?
Barış Burcu: Yani vermeye çalıştığımız mesaj şuydu; sen eğer Cumhurbaşkanı isen seni yiyecekse Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, Başbakanı yesin. Yok da bir şirketin müdürü. Bir fareye yem oluyorsun noktasına düşürdük. Denktaş Bey sinirlendi. Hemen Çavlan Suerdem’i aradı telefonda. “Bandoflalarla gel, robdöşambrla gel” dedi. Bu arada vakit epey ilerlemişti, saat gece yarısı 1 falandı. Denktaş’la bir odaya kapandılar, biz de yan odada bekliyoruz. Bir gürültü çıktı, ondan sonra da Denktaş çıktı dedi “tamamdır”.” Ben size kefilim, grevi kaldırın, toplu sözleşme düzeniniz geçerlidir” dedi. Biz de onun kefaletini kabul edip grevi kaldırdık ama hakkını veririm, sözünü tuttu.

“Hayatım boyunca henüz daha bunun cevabını bilmiyorum”
Mete Tümerkan: Bugün baktığınızda o olayı ve Denktaş’ın size destek çıkmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Barış Burcu:
Geriye dönüp baktığımda örgütlü bir mücadelenin, kararlı bir mücadelenin nasıl sonuçlar alabileceğini görüyorum ama aynı zamanda küçük bir de soru işareti doğuyor. Hilmi Özen, Oğuz Özen’in abisiydi. Hilmi Özen, Denktaş’ın sağ koluydu, acaba kardeşini koruma refleksi içerisinde bizim davamızı sahiplenerek Sayın Denktaş’ı ikna eden güç o muydu yoksa bizim kararlığımız mıydı? Bu ikilem içinde kaldım. Hayatım boyunca henüz daha bunun cevabını bilmiyorum. Belki bir gün Hilmi Özen’e bunu sorarsınız. O aile çok milliyetçi duygularla bezenmiş bir aile. Oğuz Özen ise solcu bir arkadaşımız. Bu paradoksu ben fark ettim ve kendisine bir gün sordum. En zor koşullarda dahi gülmeyi bilen, şaka yapmayı seven bir insandır. Ben bu özelliğimi biraz da ondan kazandım. Bende de aynı duygular var.

“Alpay-ı Ekber”
Dedim ki “Oğuz abi bu nasıl olur?”, “bak” dedi bana , “Biz Erenköy’de mücahittik, hoca her sabah çıkar yüzünü kıbleye döner ve başlardı “Allah-ı Ekber” demeye. Bir gün ben geç kalktım galiba duymadım, bir boşluk hissettim, içimde bir muziplik doğdu, döndüm yüzümü Alpay’ın (Alpay Durduran) çadırına doğru ve başladım “ALPAY -ı Ekber” demeye. O günden sonra ona taparım”. Bu söylediği olayı gerçekten yaşadı mı yoksa bir şaka yollu yanıt mı üretti, henüz bunu bilmiyorum ama böyle bir anım var onunla ilgili. 

Mete Tümerkan: O günler nasıl günlerdi sizin için?
Barış Burcu:
O günler benim hayatımın en zor günleriydi. Bir defa okul hayatım bitti. Yeni bir iş imkanı buldum ama çok büyük kavgalarla ve güçlüklerle bir iş buldum. DGD’de giderek sorumluluklarım artmaya başladı. Devrimci hareket içerisinde rol almaya başladım ve çok büyük baskılar gelmeye başlamıştı. Bugünkü koşullarda düşünmeyin. Telefonlarımıza sürekli baskılar gelirdi. Satış ve dağıtım bölümünde çalışıyordum. Şirketin yaptığı her yüz konuşmanın en az ellisine ben muhataptım. Vedia diye bir arkadaşımız vardı santralde görevli, bazen öyle tehdit edici telefonlar gelirdi, ben Vedia’ya derdim ki “artık kim olduğunu söylemeden bana birini bağlama”.

“Nevzat Uzunoğlu masada tabancayı çeviriyordu”
Bir gün, Ramazan isminde bir odacımız vardı. Bana dedi ki “alt katta Nevzat Uzunoğlu seni ister”. Tam da Oğuz Özen’i yemeye çalıştıkları dönemdi. Dedim “hayırdır”, “işte o Turizm Dairesi var ya” dedi “alt katta orada seni ister” dedi. Ben de sandım ki, otellere de fuel-oil sevkiyatımız vardı, birtakım aksamalar oldu veya birtakım yeni talepleri var, mesleki bir konu konuşmak için beni çağırır. Gittim, kapıyı çalıp içeriye girdim. Masasının üzerinde bir tabanca, tabancanın namlusunu tuttu ve masanın üzerinde çevirmeye başladı. “Sen” dedi “benim kim olduğumu bilirmin?” dedi. Ben meselenin nereye geleceğini anlamıştım. Döndüm ve Nevzat beye şunu söyledim; “Ben sizin kim olduğunuzu çok iyi bilirim ama siz zannedersem kendinizden çok o masanın üzerinde çevirdiğiniz aleti bana tanıtmaya çalışıyorsunuz, biliniz onu da çok iyi bilirim”. “Ama” dedim “bu oyuna başvurduğunuz için anladım ki siz beni iyi bilmezsiniz” ve çekip gittim. Böyle günlerin içerisinde Türkiye’den döner dönmez hem gençlik hareketi içerisinde hem siyasal hareket içerisinde, evlendik, çocuk bekliyoruz. Hayatımın en zor günleri o günlerdi. Ben bir istisna değildim. Buna benzer onlarca olayı onlarca insan yaşadı. Ben bir çırpıda bazı olayları tekrar hatırlatmak, yaşatmak isterim. Herkesin çıkıp bunları konuşması lazım.

“Kepenklere dayayıp ağzını burnunu patlattım”
Mete Tümerkan: Yaşadığınız gerginliklerden örnek verecek olursanız neler vardı?
Barış Burcu:
Mesela bir gün afişlemedeyiz. Afişleme sorumlusu ben. Doğan Arşehit’i gözlemci olarak Peyak’ın önüne koyduk. Dedik ki “polis arabası falan gelirse ses ver de kaçalım”. O günlerde bizim “faşist” diye tanımladığımız karşıt görüşten militan güçler, sivil arabalarla arkadaşlarımızı sağdan soldan toplayıp dövüyorlardı. “Sakın” dedik “hiç bir arabaya binmeyin. Hiç kimsenin çağrısına kulak asmayın”. Bir sivil araba geldi, Doğan’ın yanında durdu, ben de uzaktan seyrediyordum. Doğan uzandı, elinden tuttular ve arabanın içine çekmeye çalıştılar. Doğan da direniyor. Hiç düşünmeden koştum ve gittim Doğan’ı tuttum, çektim, arabadan düşürdüm. Şoför koltuğundan birisi indi “sen kim oldun be ama da polis arabasından adam alın?” dedi. Ne polisi dedim ve Peyak’ın kepenklerine dayayıp ağzını burnunu patlattım.  Mustafa Yektaoğlu koştu geldi ve ben o gün onun ne kadar güçlü bir insan olduğunu anladım. Beni tuttu ve ikimizin birden ayağını yerden kesti ve yere düşürttü. Ondan sonra biz adamı yollattık. Sonradan öğrendik ki gerçekten polismiş. Polisler kiralık sivil araba ile gezip sokaklardan adam topluyorlardı. 

“Direksiyonu adamların üzerine kırdım”
Yine bir gün Turgut Çavlan ile devriye geziyorduk. Bir kiralık araba geldi bugün Fiat’ın olduğu yerde. Oradan yanımızdan geçerken bize silah çekti. Camdan dışarı uzattı. “Vurayım mı be p…ler sizi” dedi. O an öyle bir refleksle sağ elimle uzandım, direksiyonu adamların üzerine kestim. Arabaya vurduk ve araba kaçtı. Bizi de herhalde silahlı falan zannettiler. Oysa bizde silah yoktu. Bu ve buna benzer olayları onlarca arkadaşımız, farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda yaşadılar. Bu dönemin iyi bilinmesi lazım. Şimdi geriye dönüp bakarım, o günleri anarım bazen ne kadar büyük yanlışlıklar yaptığımızı düşünürüm ve ikilem içerisine düşerim. Hakikaten, o zaman idealleri için ölmeye hazır insanlar vardı. Her iki gruptan da.

Mete Tümerkan: Yani o dönemde hatalar işlediğiniz görüşünde misiniz?
Barış Burcu
: O zaman hiçbir insana yakışmayacak büyük kusurlar işlendi. Çevreyi kirletiyorduk, bir birimizi dövüyorduk, bir birimize zarar veriyorduk. Bu ikilemi yaşıyorum şimdi. Acaba hangisi doğruydu. İdealleri için kendini feda etmeye hazır olan temiz halisane düşünce ve duygular mı? Yoksa bunun etkisi altında yanlışa yönelen insanlar mı? Bu ikilemi halen daha çözmüş değilim. Çünkü bugün durumu tersinden yaşıyoruz.

“Barış Burcu ya örgüt, ya sanat”
Mete Tümerkan: Örgüte girip etkin rol almaya başlayınca sanattan koptunuz mu?
Barış Burcu:
O günlerde kültür sanat faaliyetlerimize bir yandan devam ederken, Mehmet Yaşın, Hasan Yücel ve ben “Yasemin” diye daha çok gençliğe hitap edecek bir kültür sanat dergisi çıkartmaya çalışıyorduk. Biz bütün işi Mehmet Yaşın’ın üstüne atmıştık. Çünkü biz örgütsel manada daha çok görev almaya başladık. Boş saatim yok gibiydi. Biz bu sıkışıklık içerisinde pek çok şeyi Mehmet Yaşın’a bıraktık. Bir gece yemeğe gittik, bir kaç tane de bira içtik, Mehmet Yaşın karıncayı incitmeyecek kadar çok naif bir arkadaşımız, ama o gün içkinin tesiri ile ve bizim onu aldatıyor olmamızın tesiri ile ayağa kalktı, yumruğunu masaya vurdu. Ondan hiç beklenmeyecek tarzda şişeler devrildi ve bana şöyle dedi: “Barış Burcu ya örgüt ya sanat.”  Herhalde ben o gün kararımı verdim. İyi bir sanatçı olamadım. Sanat serüvenim çok kısa sürdü ve istikrarlı olmadı. Ama örgütsel pozisyonda daha çok görevler almaya ve daha çok iş yapmaya devam ettim. 

“DGD KÖGEF’in devamı değildi”
Mete Tümerkan: Örgütsel düzeyde neler yaptınız?
Barış Burcu:
O dönem Devrimci Gençlik Derneği ile ilgili özel bir bölüm açmak lazım. DGD, CTP’nin resmi yan kuruluşu değildi. KÖGEF’in devamı gibi de değildi. KÖGEF varken de DGD vardı. DGD 1976’da kuruldu. Fakat özellikle 1980 darbesinden sonra ben ve benim gibi olan KÖGEF’ten kaçıp DGD’nin içine yerleşen insanlar kendi aralarındaki ideolojik bütünlük ve tecrübeler ve hatıralarla birlikte DGD’yi ele geçirdiler. Aslında, Ahmet Okan’ın ve onun etrafındaki pek çok Türkiye’de öğrenim görmemiş ama Kıbrıs’ta kendi bulunduğu ortamlarda DGD’nin kuruluşuna ve büyümesine katkı koyan insanın hakkını vermek lazım. Ama o zamanki ideolojik ortam onların tasfiye edilmesini getirdi. Onlar bir şekilde etkisizleştirilerek, KÖGEF anlayışının DGD’de de hakim kılınmasını sağladı.

“U dönüşü yapılması lazım”
Mete Tümerkan: KÖGEF anlayışının DGD’de hakim kılınması neyi sağladı?
Barış Burcu
: CTP’ye bir zamanlar “gençliğin partisi” yakıştırmasını yaparlardı. Bunu neden yaparlardı, çünkü çok güçlü bir gençlik kadrosu vardı. Bütün bu gençlik kadrosunun ana kaynağı da DGD’ydi. CTP’yi bence CTP yapan hatta pek çok yanlıştan döndüren, yapılan hataları düzeltip tekrar doğruya çeken süreçleri de CTP’ye DGD yaşattı. Bunun bir örneğini söyleyeyim. Anayasaya hayır oylaması. Biliyorsunuz KKTC kurulduğu zaman bir oldubitti ile kuruldu ve maalesef CTP ve TKP milletvekilleri de o zaman ellerini kaldırdılar. Bu tabanlarda kolay sindirilmedi.  Ama asıl rahatsızlık CTP’nin tabanındaydı. Oradaki asıl rahatsızlık da DGD anlayışındaydı. Çok büyük isyanlar çıktı, “siz nasıl böyle bir şeye evet dersiniz diye bir U dönüşü yapılması lazım” dediler.

Yarın: “CTP U dönüşü yaptı ve Anayasa’ya ‘hayır’ deme kararı aldı”

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar