Akşamcılar ve “Yumruk mezesi” - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 19, 2024
Köşe Yazarları

Akşamcılar ve “Yumruk mezesi”

Bekir AzgınBekir Azgın

Akşamcılar hep dikkatimi çekmiştir. Bu nedenle mi, bilmiyorum, Cahit Sıdkı Tarancı’nın “Abbas” şiirini ilk okuyuşumda ona vurulmuştum. Gerçi bana kalsaydı adını “Akşamcı” koyardım ama neyse. “Haydi Abbas, vakit tamam; / ‘Akşam’ diyordun, işte oldu akşam. / Kur bakalım çilingir soframızı; / Dinsin artık bu kalb ağrısı. / Şu ağacın gölgesinde olsun, / Tam kenarında havuzun.”

Bizim köyün kahvecisi, bakkalı, meyhanecisi Hakkı dayı idi. Köy meydanında iki büyük odadan oluşmuştu işletmesi. Meydandan baktığınız zaman sağ oda kahvehane, sol oda da bir kısmı bakkaliye, bir kısmı da meyhane idi.


Annem gündüzleri çoğunlukla tarlalarda çalıştığı için akşam saatlerinde eve gelir ve yemek pişirmeye dururdu. O zaman da eksikler ortaya çıkardı. Evin en büyüğü ve tek erkeği olmam hasebiyle bakkala gitmek bana düşerdi.

Hakkı dayının kahvesine giderdik. Havva teyze çoğu zaman kuma sokulmuş cezve ile kahve pişiriyordu. O saatlerde tarlalardan dönen erkekler bir yorgunluk kahvesi içsinler diye kahvehaneye uğrarlardı. Onun işini bitirmesini beklerdik. Hakkı dayının iş yaptığını pek gördüğüm yoktu. Her koltuğunun altında birer sandalye olmak üzere üç-dört sandalyeyi meşgul ederek, siyah dizlikler içinde azametli bir oturuşu vardı. Kahvehane kapısında birilerinin girdiğini görünce “Bir şekerli yap” diye Havva teyzeye seslenirdi. Kimin nasıl kahve içtiğini ezbere bilirdi. Köyümüzde iki karılı olduğunu bildiğim tek adamdı. Havva teyze kahvede çalışırdı, Elengu ise ev işlerini yapar, yemek pişirirdi. Köyün papazı ile bacanaktı.

Havva teyze kahve fincanını tepsi içinde götürüp müşterinin önündeki sandalyeye  koyduktan sonra hemen devreye girerdim: “Annemin selâmı var, bir okka tuz ister”. Yan odaya geçer, orada torbanın içinde bulunan kalın tuzdan alır, terazide tartar, hartucun içine koyar ve bana verirdi “Annene selâm söyle” diyerek. Parasını babam kahvehaneye gittiği zaman Hakkı dayı ondan alırdı.

Havva teyze alacağım şeyi tartarken ben de akşamcıları seyrederdim. Çoğunlukla kışları şarap veya zivaniya, yazları zuk veya Angliya içerlerdi. Küçük masaların etrafında birer ikişer otururlardı. Her birinin önünde iki tane kahve fincanı tabağı vardı. Birinde fırınlanmış tuzlu bakla, ötekinde de astragalya (beyaz leblebi) bulunurdu. Bazan mevsimine göre meyve veya taze bakla bulunurdu bazı masalarda. Meyve demişsem, bir zerdali, iki incir gibi şeyler. Ceplerinde taşıdıkları keskin çakılarla onları küçük parçalara doğrarlar ve meze yaparlardı. Arada sırada onların arasında Bekir dedem de otururdu. Beni görünce  çağırır ve tabaktaki baklaları avucuma dökerdi. Çok lezzetli şeylerdi.

Kotayı doldurunca birer ikişer evin yolunu tutarlardı. Dozunu kaçıranlar tozlu, taşlı sokaklarda yalpalayarak yürürlerdi. Köylünün gözünde bunlar ayyaştı. Ne var ki bu insanlar ne kavga çıkarırlar, ne işlerinden geri kalırlardı. En az, ayyaş olmayanlar kadar iyi insanlardı.

Çok sonraları, Moskova’da hangi Rusların akşamcı olduğunu deneyimle öğrendim. Şunu belirtmem gerekir ki ben Ruslar gibi içki içmeyi öğrenemedim. Ruslar bardağı votkayla doldurur ve “fondip” diye nitelendirdikleri usulle, bir çekmede dibine kadar içerler. İkinci veya üçüncüde püskül olurlar. Bazıları evin yolunu bile bulamaz.

Rusyada meze olarak en sık kullanılan yiyecekler “kalbasa” dedikleri bir tür pastırma ve tuzlu suda bekletilen hıyar turşusu. Bir de, tabii, çavdar ekmeği. Akşamcıların özelliği şu ki içtikten sonra ağızlarına bir şeyler atmadan önce,  derin bir koklama ile ağızlarını, ellerinin tersi ile silerler. Buna hiçbir anlam veremedim. Kimse de bana hikmetini izah edemedi. Meğer buna “yumruk mezesi” denilirmiş. Bakın, Reşat Ekrem Koçu ne diyor:

“Ayak takımı için … bir de ayaklı meyhaneler vardı. Ayaklı meyhaneler seyyar içki satıcılarıydı; ekseriyetle Ermenilerden olurdu; dükkânı, tezgâhı, fıçısı, ustası, sakisi hep kendisiydi. Bellerine ucu musluklu, içi rakı veya şarap doldurulmuş gayet uzun bir koyun bağırsağı sararlar, sırtlarında bir cüppe, cüppenin iç cebinde bir kadeh olur, omuzlarına da alamet olarak birer peşkir atarlardı. Ayaklı meyhaneler en çok Bahçekapı ve Yemiş iskelesi, Galata ve civarında dolaşırlardı. Müşterilerini gördü mü etrafı kollayarak bir bakkal veya manav dükkânına girer, kuşağının arasındaki musluktan kadehi doldurup peşi sıra giren müşterisine, vucudunun hararetiyle ısınmış içkiyi sunardı. Kadehi bir yudumda yuvarlayan baldırı çıplak ayyaş da ya bir üzüm tanesini yahut mevsimine göre bir meyveyi meze yapardı; çoğu da ağzını elinin tersiyle silip gider, buna da “yumruk mezesi” denilirdi.”

Bir akşamcı, kerahet vakti gelince birkaç tane atıştırmadan kalb ağrısını gideremez. 16. yüzyılın ünlü vezirlerinden Gürcistan fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa tipik bir akşamcıydı. İçki, saz ve köçek faslı bitince Osman Paşa, itimat ettiği hizmetkârı olan sakisini çağırır, başını bu gencin omzuna dayar, öylece birkaç saat uyurdu. Sonra kalkar, abdest alır, teheccüt namazına (gece kılınan fuzuli namaza) durur, hüngür hüngür ağlayarak ibadet ederdi, öyle ki, seccadeden kalktığı zaman, seccadenin gözyaşlarıyla bir bardak su dökülmüş gibi ıslanmış olduğunu görürlerdi.

Günahtan arınır ama akşam olunca içkiye oturur, gene günah işlerdi.

 

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
1
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar